"Hikayeleşen Kareler, Fotoğraflanan Cümleler"

50yüz100göz projemize dâhil etmek üzere ne zamandır görüşmek istediğimiz Saraç Muhsin Namlı’ nın dükkânındaydık iki hafta önce. Her zamanki gibi soru sorup cevaplar alacağımızı varsayarken görüşme hiç de düşündüğümüz gibi gerçekleşmedi. Muhsin Usta’nın konuşmayı çok seven biri olduğunu ve konuşması kesilirse sohbetimizin akıcılığının yok olacağını çabuk kavradık çok şükür. Nadir olarak müdahale ettiğimiz bir monolog olduğunu söyleyebiliriz. Fakat işin doğrusu ne gam, ne tasa var üzerimizde bu konuyla ilgili. Çünkü Muhsin Namlı bize göre doğuştan hatiplik yeteneğine sahip biri. Ve anlattıklarına bakılırsa başlangıçtaki kısa tanıtım konuşmamızı gayet iyi anlamış.


Biz keyifle dinledik kendisini. Dileriz okuyucularımız da benzer şekilde tat alırlar bu yazıyla aktardıklarımızdan. Sözü uzatmadan ilk cümlesinden başlayalım.
Bu dükkâna gelen giden çok oluyor, sohbet etmek için, haber yapmak için. Sonra gidiyorlar ama benim anlattıklarımı yazmıyorlar. Mesela çıraklık meselesi en çok konuşulanlardan biri, anlatıyorum, yayınlamıyorlar. Televizyona da çıktık. Dükkân çıktı, kendimiz çıktık. Şimdi bu meslekte bir körelme var. Tamam, okuyan bir çocuk buraya gelsin, biraz zanaat öğrensin ama adam buradan para kazanamayacak ki.
Buraya İstanbul'dan biri geldi. Bel kayışını deliverdim, tabii biz para almıyoruz öyle ufak şeylerden. Dedi adam sen nasıl geçiyorsun burada? Valla dedim 15 seneden beri emekliyim. Yahu dedi 2000 yılında bir kanun çıktı, saraç yapmak mecburiyetinde misin sen? Kapat dükkânı, semer tamir ediyorum de, eyer tamir ediyorum de. Ama yapmadım ben, vergi vermekten yılmıyorum.




Hangi yasa bu?
On yedi tane meslek var, altın kazmacılar, ağaç oymacılar falan. Vergiden muaf onlar. Ama saraçlık değil. Semer eyer tamirleri de var içinde. Ama bir saçmalık var. Eyeri daha zengin kitleye yapıyorsun, saraçlık daha fakirlere hitap ediyor. Zengin adamda para var, eyere biniyor ama eyer yapan vergiden muaf. Fakat saraç değil.

Adım Muhsin Namlı, 1954 Burhaniye doğumluyum. Babamın adı Mustafa Namlı… Kendisi de saraçlık yapıyordu, Burhaniye’nin eski belediye reislerinden Hakkı Armutçu’nun çırağı, oradan usta olarak ayrılmış, kendisinin de 25 tane çırağı olmuş. Fakat bunların çoğunluğu çantadan memurluklar çıktıktan sonra polis olmuş, kasap olmuş, bugün hala İstanbul’da meşhur olmuş, güzel modern İsmail Çağlar diye bir ustamız var. Eski arabalara deriden kılıf yapabilen. Bir sürü çırağımız oldu. Babamdan hariç benim kendimin de birkaç tane çırağım oldu. Bazısı demiryollarında çalışıyor şimdi.
Babam öldükten sonra biz burayı kapatmadık. O zamanlar saraçlık iyi bir meslekti. Daha doğrusu o zamanlar daha herkeste öyle motor traktör falan yoktu. Olmayınca binek olarak hayvanlar kullanılıyordu. Biz bu saraçlığın esasında hayvanlara çalışılan bölümünde uğraş veriyoruz. Saraçlık denince ayakkabıcılar da anlaşılır başka yerlerde, bavul tamircileri, tente yapanlar hepsi saraç olarak geçiyor. Fakat son zamanlarda saraçların zaten çoğu kapandı. Araba döşeme işlerine, tente işlerine başladılar. Biz esasında kendimizi geliştirmedik. Ufak tefek de olsa başka dallarında da uğraşabilirdim ama aslında çalışmayı sevmeyen bir insanım, bu tabii şimdi böyle. Zamanında günde on yedi saat çalışıyordum. Sıkıyönetimden sonra bizim sanatımız köreldi. Biz daha süslü üzerinde sarı parçalar, dökmeler bulunan kimselerin yapmadığı işleri yapıyorduk. Büyük konuşmayalım ama belki de dünya çapında bizim yaptıklarımızın hiçbir tanesi yok. Televizyonda izliyorum bazen, mesela İngiliz koşumlarına da bakıyorum, İtalyanlarınkine dikkat ediyorum, bizim özellikle eski yaptığımız işlerin hiçbir tanesi onlarda yok. Onun için iddialı konuşuyorum, hatta bundan bir süre önce 500 tane saracı Türkiye genelinde araştırmışlar, en iyi yapanlardan olduğumuz cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış. Hatta ben gazeteyi almamıştım, başka birisi gönderdi bize. Saraçlık demin dediğim gibi 80 ihtilalinden sonra veya kemer kısmalardan sonra, özellikle lüks saraçlık bitti, yerine daha basit işler kaldı. O devrelerde işte biz saraçlığı hala bırakmadık.



Babam ustasından ayrıldıktan sonra kasaplar caddesinde bir dükkânda iki sene çalışmış, daha sonra da bir buçuk sene kadar bu gün Duyar Balıkçılık denilen yerde imiş dükkânı, sonra bu dükkânı o zamanın parasıyla iki üç dükkân parasına almış. Bu dükkânın açılış tarihi 1940. Ruhsat belgesi de şu dolabın arkasında yapışık duruyor. Ben bu dolabı 1970’de yaptırdım. O zamandan beri hiç oynatmadım yerinden.
Dediğim gibi bu dükkân 1940’da açıldı, sonra hiç kapanmadı. Ben askerdeyken de kapanmadı. Şaban diye bir arkadaşım idare etti ben yokken. Zaman zaman biraz koyun, biraz inek aldığımız oldu. Ama dükkânı kapatmadık hiç. İkindiden sonra gidip bakıyorduk hayvanlara. Ama aslına bakarsan onlardan da pek bir para gelmedi. 80 den sonra saraçlık bitti diye bir ara beygir alıp satmaya başladım, sonra bir ara da deve işine girdik. Geriş mahallesinden Arif Yavuz diye bir arkadaşla deve alıp satmaya başladık. Ama biz o işten doğru düzgün anlamadığımız için güreştiremedik. Ama deveyi alıp da üzerine şunu bunu yapalım, başkalarında olmayan şeyleri olsun derken bu işi bir sanata dönüştürdük. O zamanlar da pek bunu yapan yoktu. Hani yalanım olmasın ama o devenin parasının büyük bölümünü bu işten kazandığım parayla ödedim. 131 Muratların yeni çıktığı zamandı. 760 liraydı o zaman. Deve de o kadar para ediyordu. Deveyi aldıktan sonra o bize bir sanat öğretti yani. Gerçi çok tutunamadık. Aydın’da bir usta da aynı işi yapıyordu ama o bizim gibi elde değil, makineden çıkarıyordu işi. E haliyle daha ucuz oluyordu onun yaptığı. İnsanlar da onu tercih etti tabii. Ama ben oraya ve başka bu işi yapanlara çok model çizdim, gönderdim. Doğrusu çok da asılmadım. Dedim ya fazla çalışmayı sevmiyorum. Neden dersen bir yaşında geldim ben bu dükkâna. Gerçi gençlik de yaptık, top da oynadık, denize de gittik ama dükkânı da hiç bırakmadık. Anlatmak istediğim biz kendimizi çok geliştiremedik, kaldık. Müşterilerimiz köylerdeki koyuncular, hayvan sahipleri. Bütün köyler bizi tanır. Koyuncular hayvanlara çan boncuk vs. şeyler yaptırıyorlar, onun için geliyorlar. Artık ufak tefek tamirler yapıyorum sadece. Çünkü her şey değişti, insanların gelirleri değişti mesela. Bir deri kayışı 50 liraya yapıyoruz. Pazar yerinde beş liraya kayış var. Biz toka değiştiriyoruz 5 liraya, adam yenisini satıyor 5 liraya. Artık ben de dükkânı sürekli açmıyorum zaten. İşte şimdi açtım. Çünkü eylül ekim aylarında develerin eksiklerini tamamlar sahipleri. Siz gelmeden önce makineleri yağladım. Birkaç iş yapacağım. Biraz da eski tamirler var işte.



Bu deve işinden nasıl para kazanılıyor, deve sahibi olanın kazancı ne/ Bahis falan mı oynanıyor?
Hayır, bahis falan yok. Deve sadece bir unvan işi... Öyle yapılacak işi karşılayacak bir şey yok. Hele eskiden daha da yoktu. Çünkü yayan giderdi develer gidecekleri yere, şimdi arabalar var, daha kolay. O zamanlar otuz kırk tane deve vardı, şimdi iki bine yakın güreş devesi var Türkiye’de. Şimdi işler daha modernleşti. Deve güreşinde iddia inat yoktur, güreşin kuralları vardır. Bu arada bir on beş yıl kadar deve güreşlerinde hakemlik de yaptım ben.
Peki iki deve karşılaştı, ne olunca yeniliyor bir tanesi?
Ya bağırması lazım, ya güreş yerini terk etmesi lazım yahut da kendini kurtaramayacak vaziyette olması lazım.
Bu boks, güreş, boğa güreşi, deve güreşi, horoz döğüşü vb. insanlar bunları seyretmeyi seviyor. Bunun nedeni ne? İki canlı birbirinin canını acıtırken Sonuçta birinin dayak yediği ya da öldüğü olaylar. Bir fikriniz var mı bu konuda?
Dünya sevgiye kurulmuş. Her hayvanın ayrı bir görünümü var. Onların yiyecek, içeceğe ihtiyacı var. Allah da bunu kullar vasıtasıyla yaptırtıyor. İnanın ben bu dövüş işine merak salmadan önce deveyi sevmiyordum. Hatta biraz korkuyordum. Ama bu develer insanlardan daha iyi bakılıyor. Her hayvanda aynı kabiliyet olmuyor, herkese de aynı hayvan nasip olmuyor. Belirli kurallar çerçevesinde bunlar güreştiriliyor, örneğin ağızları bağlanıyor. Ölünceye kadar güreştirilmiyor sonra. Mevzuatı bilmeyenler yanlış değerlendirebiliyor bu durumu.
Açıkçası hiç ikna olmuyorum Muhsin Usta’nın açıklamalarından ama belli ki uzatmanın da pek manası yok. Başka konuya geçiyorum. Saraçlık zanaatının geleceği ne?



Burhaniye’nin nüfusunun şimdiye göre çok az olduğu zamanlar, çok daha iyi iş vardı. Sabah 7’de dükkânı açmışım, süpürüyorum. İstanbul’dan birisi geldi. Küçük bir işi vardı onu hallettik, sonra benim burada ne iş yaptığımı sordu. Ben de anlattım işte… Sen dedi bir küçük esnafsın, nüfusu fazla olan yere gel. Yaptığın en küçük şeyden de emeğinin karşılığını al. Böyle böyle para kazanır, biriktirirsin. Ama biz öyle yapmadık işte, burada devam ettik işimize. Babamın zamanında da saraçlık mesleği biraz durmuştu. Eskiden Burhaniye’de iki kişide traktör varken sonra giderek arttı. Borçlanıp aldılar. Atları bıraktı insanlar.
Babam 1969 da vefat etti, o zamandır ben devam ettiriyorum işi. 15 yaşından beri yani. O zamanlar dükkân devralanlara bir yıl falan muaflık vardı. Bak laf buraya gelince içimde bir ukde vardı onu anlatmak istiyorum. Ya yayınlayın, ya yayınlamayın.
Bu esnaf odası bazı eski esnafa plaket verdiler, kırıldığım da o. Benden daha yaşlı esnaf olarak burada dondurmacı Ali Osman dayı ve daha birkaç tane daha vardı. Kimileri öldüler, silindiler. Benden sonra çırak olanlar, gerçi onların yaşları benden büyük ama kendilerine ait dükkânları yoktu, başkalarının yanında çalışmışlardı. Benden sonra açtılar dükkânlarını. Onlar plaket aldı. Ben almadım. Buna üzüldüm doğrusu.
Zanaat geriledi, bir de şöyle oldu. Geçmişte bizim dükkânımızda kamyonla deri vardı. Sonradan başladı azalmaya. Fiyatlar yükseldikçe biz de yerine koyamamaya başladık.



Dediğim yetmişli yılların sonu. O dönemde hiç çalışmayıp tatile çıksak daha iyiydi. Bu gün de öyle. Özellikle şu son iki aydır… Ben zaten artık almıyorum bir şey de, bizimle birlikte küçük esnafın sıkıntısını anlatmaya çalışıyorum bizde ahilik kalmadı bir de… Ahilik nedir adam doğru dürüst bilmiyor bile. Ahilik bir usta ahlakı öğreten bir kurumdur. Çırağına öğretir. Eskiden ustalar kendi erkek çocuklarına öğretirlerdi işi ya da konu komşusunun çocuğuna öğretirdi. Bazen yabancı köyden gelene de öğretiyordu. Belirli bir zamandan sonra o çırak kalfa oluyordu. Sonra da usta, eğer kabiliyetliyse kendine dükkân açacağı zaman ustası ona bir önlük verirdi. Bu bütün zanaatkârlık işlerinde aynı usuldü. Kasaplıkta da, ayakkabıcılıkta da, berberde de, marangozda da… Ahiliğin özelliği ne, zanaatkârları belirli bir sisteme getirip, ayrıldıklarında da aynı şekilde devam etmelerini sağlamaktır. Bir de yardımlaşmadır tabii… benim de çıraklarım oldu. Kendimin iki kız çocuğu var, onları bu meslekte yetiştiremedim tabii. Çırak ustalaşıp da kendi dükkânını açmaya giderken, dediğim gibi bir önlük verirdik kendisine. Durumu iyi değilse, biraz da deri parçası ve bir de kullanabileceği, kullanırken bizi anabileceği bir alet. Yakınları da yeni dükkân için hediyeler verirdi çocuğa. Ya da biraz para… Kısacası çocuğa para ya da mal olarak kullanabileceği bir başlangıç sermayesi oluşturulurdu. İşte ahiliğin başlıca özelliği budur. Bu ahilik Osmanlıdan önceye dayanıyor. Türklerden gelen bir kurum bu.
Şimdi başka bir şey diyeyim mi? Mesela ruhsat meselesi. Bilmeden incelemeden ruhsat verip duruyorlar. Orada bir köfteci var, iki metre ilerisine yeni bir tanesi için ruhsat veriliyor mesela. Eskiden Osmanlıda ruhsat verilirken oraya gidilir, aynı işi yapan dükkânın önünde yere çan çarpılır, o çanın sesi nereden duyulmuyorsa oraya ruhsat verilirmiş. Şimdi nerde? Hepsi yerlerinde oturuyorlar, bilgisayarlar önlerinde. Gerçekte dışarda neler oluyor hiç haberleri yok. Mesela başka bir şey daha... Caminin, okulun 100 metre yakınında kahvehane açılması yasak. Böyle saçma şey mi olur? Camiye giden adam erken geldi diyelim, nerede oturacak? Ya da okuldan çocuğunu almaya gelen ebeveyn nerede bekleyecek, çocuğunu nasıl kontrol edecek?
Bir şey diyeyim mi? Dedikodusuz muhabbet olmaz. Diyorlar ya öyle, dedikodu günah falan diye, öyle bir şey yok. Muhabbetin içinde dedikodu muhakkak olur. Tabii ki gönül kırıcı şeyler söylememek iyi şey ama bazen gerekiyor işte.





Sizin Burhaniye’ye nasıl baktığınız bizim bu görüşmemizin temel konularından biri zaten. O yüzden yapın dedikodu, sıkıntı yok. Yalnız ben burada bir şey sormak istiyorum. Siz yaşınız gereği Burhaniye’yi altı yedi bin nüfuslu halinden görmeye başlamışsınız ve şimdi on katı büyümüş hali ile de izliyorsunuz. Duruma iki türlü de bakılabilir gibime geliyor. Yani ne güzel kasabamız büyüyor gelişiyor diye de düşünülebilir, kahretsin eskiden her şey ne kadar güzeldi ne haldi yaşadığım yer diye de. Ne diyorsunuz bu konuda?


Vallahi ben şöyle bakıyorum. Kardeşim Burhaniye nedir? Turizm yeri midir? Sanayi yeri midir? Tarımsal bir yer midir? Bana bunu izah et. Tarım yeridir, turistik yerdir ya da sanayi kentidir diyebilir mi bana? Hayır. Mavi bayrağı vardır ama hem bakımsızdır, hem de denetimsiz. Açık söyleyeyim ben on dört senedir denize girmiyorum. Peki, tarım yeri midir? Biz burada tarım adına ne yapıyoruz? Zeytincilik… birkaç köyde organik olduğu iddia edilen sebze meyve… Uçaklar ilaç atıyor, uçağın ilaç attığı yerde organik bir şeyin yetiştirilmesi mümkün mü? İstediğin kadar ilaç kullanmıyorum, doğal gübreyle falan de… Hayvansal gübre diyorsun ama hayvana suni gübre veriyorsun. Kısacası kendi kendimizi aldatıyoruz. Şimdi burada sorun şu: bir baraj Havran üzerine yapıldı, bir baraj da Tahtacı Köyü’ne… Bu barajların suları kanallarla ova olan yerlere gelmediği müddetçe hiçbir anlamı yok.
Geçmişte bir tarım kentiydik denilebilir. Şeker pancarı, pamuk, domates, fasulye, biber, patlıcan ekilirdi. Burada iki büyük kooperatifimiz vardı. Biri besko, diğeri burko. Buranın fasulyesi bir değişiktir, güzeldir. O zamanlar günde 3-5 kamyon fasulye giderdi Ankara’ya, 3-5 kamyon da İstanbul’a… Burhaniye en başta Taylıeli’nde kurulmuş bir yer. Burada 3 kanalda çay akımı varmış. Bu çayların aralarındaki adalarda üzüm, bal, incir, yazlık mahsuller ekerlermiş. Sulama kolaymış tabii. Yani şimdiki Burhaniye’de tarım yapıp, Taylıeli’nde kalırlarmış. Ve ne ilginçtir ki, en bol mahsul alınan yere şehri kurmuşlar. Milli toprak iyidir. Mesela eskiden havran çayının getirdiği milde Kızıklı köyü karpuz yapardı. Şimdi mil de yok, karpuz da.
Şimdiki Pazar yerinin, Burcu fabrikasının olduğu yerlerde hendekler vardı, orada balık bile bulunurdu. Su vardı hep oralarda. Madra’nın suyu hep oralara dağılır, hendek gördüğü yere dolardı. Şimdi meydana yakın Bim market yok mu? Oradan çay geçerdi. Diğer bir tanesi de taa Kavak dibinden gelirdi su, garajın olduğu yerden devam ederdi. Su nasıl olur, su orman varsa olur. Bir su da buradan akardı. Koca camiden Hanay camiine doğru… Ark suyu derdik biz ona.
Biz öğrenciyken Ford kamyonların yeni çıktığı tarihlerde bir yığın kaçak kamyon girerdi Madra’ya kesim için. Sonra bir gün yangın çıktı Madra’da, bir sarhoş, bir meczup yaktı dediler. 3-4 gün yandı dağ. Şarköy’ün üstünde Seklik Tepesi vardır. Hep ormandı oralar. Burhaniye’ye yağmuru seklik getirirdi.
Canınız sıkılır bunalırsınız, Burhaniye’nin hangi köşesine kendinizi atıp rahatlarsınız?
Eğer ekonomi bozuksa, gelirde insanlarda kıtlık varsa, sen adamı cennete koysan, cennet gibi yerde bile ferahlık bulmaz. Neden bulmaz? Az çalışıp çok kazanma hevesi vardır biz Burhaniye’de.
Ben camiye gidiyorum. 1 saat erken giderim namazdan. Gece akşam ile yatsı namazı arası camiden ayrılmam. İnsanlarla ilişki kurmaktan daha çok zikretmeye çalışırım, Şükür etmeye çalışırım. Ne deniz kenarında bir ev isterim, iyi dinle beni bak, bu yaştan sonrası için konuşuyorum tabii, 30 yaşında olsaydım isterdim, ne araba isterim. Ne de öyle fazla hayvanlarla ilgilenmek isterim. Yaşına göre hareket etmek lazım. Ben camide rahat buluyorum. Sakin diye ben camiyi seviyorum. Kimsenin olmadığı yerleri tercih ediyorum. Allah bir kaza bela vermesin ama ben bir on sene hiç kıpırdamadan dururum olduğum yerde gibime geliyor.

