top of page

İnsanları da, toplumları da tanımak, bugününü anlamak, hatta yarınına dair tahminde bulunabilmek için onların tarihlerine bakmak gerekiyor. Bu kural bizzat kendimiz için de geçerli elbette. Hasan Ender bu konuda büyük laflar eden biri olmasa da, tarih bilinci ziyadesiyle gelişmiş bir insan. Hem kişisel tarihi, hem de doğup büyüdüğü ve ilerleyen yaşında geri döndüğü Burhaniye hakkında öylesine kapsamlı bilgi biriktirmiş ki hayran olmamak elde değil. Üstelik bu bilgisini destekleyecek görkemli bir hazineye de sahip kendisi. Çünkü Hasan Ender bu kasabayı ve yaşayanlarını bıkıp usanmadan binlerce kareyle dondurup, tarihi görsel anlamda bu günlere taşıyan sevgili Necati Ender’in biricik oğlu… Sevgili demem garipsenmesin, çektiği fotoğraflara bakıp da Necati Ender’i; içinde insan sevgisi taşıdığı özellikle çektiği portrelerden belli olan, dur durak demeden, büyük bir aşkla işini yaptığı bu güne ulaşmış onca karede ayan beyan ortada duran bu insanı sevmemek mümkün değil ki!

Ender İş Merkezi’nin ikinci katındaki bürosundayız. “Artık avukatlık yapmıyorum ama bu büroya her gün geliyorum,” diyor. Büronun sağına soluna şöyle bir göz gezdirince, artık orada dava dosyaları ve kanun ciltlerinin yer almadığını görüyorum.  Onların yerini tarihi fotoğraf makineleri, fotoğraf albümleri, klasörlere yerleştirilmiş ve üzerleri özenle ait oldukları dönemlere dair etiketlenmiş fotoğraf klasörleri almış. Aklımdan ‘Necati Ender ne kadar şanslı bir insanmış,’ diye geçiriyorum. Öyle ya, kaç evlât baba mirasına, üstelik maddi hiçbir getirisi olmayan böylesi bir mirasa dört elle sarılır, onları koruyup kollamak, doğru yerlere emanet etmek için böylesine gayret gösterir ki? Lâfın arasında anlattığı ve çok yeni yaşadığı iki olay durumu gayet açık ortaya koyuyor.

“Babamın eski kütüphaneye hediye ettiği 57 tane çerçevelenmiş fotoğraf var. Çok güzeller, eski kütüphanenin duvarlarında duruyordu. Yeni kütüphaneye geçtiklerinde asmamışlar, yetmezmiş gibi bodruma koymuşlar. Geri istedim. Bir bürokrasi bir bürokrasi, kaymakama gitti yazı, valiliğe gitti, il kültür müdürüne gitti. Neyse şimdi halloluyor. Oradan alıp Kent Arşivi’ne gitmesini sağlıyorum fotoğrafların.

Hastaneye de gittim. Otuz tane falan da oraya bağışlamış babam.  Gittim, bütün katları dolaştım. Duvarlardan kalkmış fotoğraflar. Hastane İdare İşler Müdürü’ne gittim sonra. Genç bir arkadaş, kim olduğumu söyledim. ‘Fotoğraflar kayıp ne oldu?’ dedim. Neyse ki tarihe saygılı biri çıktı müdür. ‘Ya Hasan Abi, buluruz onları,’ dedi. Bir bellek yatıyor orada. Kasaba’nın belleği sonuçta, hastanede çalışmış doktorların resimleri falan da var aralarında. Neyse sonra aradı beni. ‘Hasan Abi fotoğrafları buldum,’ dedi. Aşağıdaymış, ‘Müsaade edersen bunları vermeyeyim. Ben bunları hastaneye asmak istiyorum,’ dedi. Dedim ‘Memnun olurum ya, mutlu olurum ya, ben bunları ille de alacağım diye bir şey yok ama asın,’ dedim ya… İki gün önce gittim, baktım asılmış hakikaten.”

En az fotoğraflar kadar tutkulu olduğu bir konu daha var Hasan Ender’in, o da spor. Çocukluğunda başlayıp bu günlere ulaşmış bir tutku bu. İyi de olmuş, özellikle Burhaniye açısından.

“1995’ de Yeni Burhaniye Spor’u kurduk. Fikret Akova, Ben, Yücel Aras rahmetli Cumhur Albay, rahmetli Yeni Kardeşler, Talip Seçer kurduk. Çünkü Burhaniye gençlik takımı 3. Lig’den düşmüş o zaman ama düşerken de bir sürü borç bırakmış. Vergi, SSK, esnafa olan borçlar... Bir de Burhaniye Gençlik Kulübü’nün yöneticileri ağır cezada yargılanmaya başlamıştı o dönem. Onun için millet soğumuş bu işten, uzaklaşmış. Defterleri kaybetmişler, üye kayıt defterleri, makbuzlar kayıpmış falan filan. Burhaniye’de tamamen futbol spor bitmiş kalmamış. O yüzden Burhaniye Spor olarak devam edemedik tabii. Biz de Yeni Burhaniye Spor adıyla kurduk. Bir de Yeni Ören Spor var o zaman ama Yeni Ören Spor ’la Yeni Burhaniye Spor’ un arası hiç iyi değil. Ören Ali Kemal Deveciler ’in, Yeni Burhaniye Spor da Fikret Akova’nın o zamanlar. Renkler bile sorun oldu. Kavgası çıktı bilmem ne. Onlar sarı lacivertti, biz beyaz kırmızı siyahtık. Sonra beş rengi bir araya getirdik. Beş renk tescil ettirdik. Gittim tescil ettireceğim, ‘Ya Hasan bey’ dediler, ‘Böyle saçmalık mı olur 5 renk?’ Ama hakikaten çok zordu Yeni Ören Spor ile yeni Burhaniye Spor’u bir araya getirmek. Ancak 2002’ de birleştirebildik iki kulübü.

Evet, 50yüz100göz dosyamız için seçtiğimiz kimliklerden biri de Midilli’den göç etmiş, yaptığı birçok işin yanı sıra, hemen her gün İskele ’den balıkları sepetine yükleyerek, getirip Burhaniye’de sattığından adı Balıkçı Hasan kalan dedenin torunu, fotoğraf sanatçısı Necati Ender’in oğlu, bir muhabbet kuşu misali anlatmaktan hiç yorulmayan ve bizi sohbeti ile Burhaniye’ye dair bilgi şokuna uğratan 1Mart1951 doğumlu emekli avukat Hasan Ender.

Ama biz birkaç arkadaş şart koştuk. Sadece futbol olmayacak, voleybol, basketbol da olacak diye. Çünkü o zaman Burhaniye Lisesi bayan voleybol takımı başarıdan başarıya koşuyordu. Millet güldü bize. Sizin ne işiniz var voleybolla basketbolla diye. Sonra birincilikler, şampiyonluklar geldi ama.

O kadar uğraştık ki aklın durur. Birinci lige çıktı bayan basketbol takımı. İki sene oynadı düştü, tekrar çıktı. Voleybol erkekler ligine katıldı. 2. Lige kadar çıktı. Aynı dönemde 450- 500 kişi spor yapıyor şimdi. Bazen gidip 70 kişinin statta çalıştığını görünce çok mutlu oluyorum tabii. Salonda da 100 kişi çalışıyor o sırada.  O çocukları belli şeylerden kurtarmışızdır. Arkadaşlık ediniyorlar, gelişiyorlar, sporcu oluyorlar.

Ha bir de, üzerinde Foto Necati reklamı olan formalar yaptırdım sporculara,” derken gülüşüyoruz hep birlikte.

Karşımızda bu kadar yüksünmeden bildiklerini aktaran, anlatan biri olunca, lâf lâfı açıyor da açıyor tabii. Biraz daha uzak geçmişe gitmek isteğiyle hem kendisinin ve hem de genel olarak bu kasaba çocuklarının gündelik hayatını soruyorum bu kez.

“Şimdiki meydan o zaman da meydandı ama aynı değildi tabii. Bütün oyunlarımız bu meydandaydı bizim. Bir köşede bisikletçi İbrahim Abi vardı. Bisiklet kiralardık, meydanda dönüp dururduk. Necdet Tosun’un babası Hakkı Tosun benim akrabamdı. Emniyetin karşısındaki sokakta oto park var ya, o zamanlar Hakkı Amca’nın bahçesiydi orası. Ben onun bahçesine giderdim sık sık. Ona yardımcı olurdum. Sebze meyve toplamasına falan... Her türlü meyve vardı bahçede. Herkes bir taraftan çalardı. Hakkı amca hep elde silahla gezerdi.

 Okulun futbol takımının kaptanıydım ben. Maç ayarlardık. Atatürk İlkokulu’nun(Şimdiki Faruk Kızıklı) ötesinde sahalar bomboştu o zamanlar. Bir de Yenimahalle’nin olduğu taraf, o zaman çayırlar mevkii derdik. Oralar da bomboş. Haftada iki gün üç gün maç yapardık. Futbol çok önemliydi. Bir de Ören’e kaçardık. 1967 ye kadar falan Ören’e otobüs yoktu. Yürüyerek ya da bisikletlerle gidilirdi. Biraz daha büyüyünce fotoğrafhanenin mobiletleri vardı. Onu çalardım babamdan.”

İş bankasının sokağında sol tarafta Atlas Sineması vardı. Açık hava sineması... Sonra şimdiki BİM’in orada kapalı Ada Sineması vardı. Onun ilerisinde köşede Yeni Sinema vardı bir de.” Sözünü kesiyorum Hasan Bey’in. Hayretler içinde  “3 tane sinema mı vardı kasabada?” diye soruyorum, Doğruluyor. Nereden nereye gelmişiz diye düşünmeden edemiyor insan. Şimdi tek bir sinema var, o da yerleşim yerinin dışında bir yerde.

Atlas’ın çaprazında dedemlerin evi vardı. Konserleri falan bedava seyrederdik. Hatta komşular da gelir, dedemlerin balkonunda yandan seyrederdik konseri. Turneye çok ünlü şarkıcılar gelirdi.  Bir de Atlas Sinemasının kapısında duran, bilet kesen Hakkı Tosun’du. Onun için ben oraya çok rahat bedava da girerdim.” “Meraklı mıydınız sinemaya?” diye soruyorum. “Evet, çok meraklıydım,” diye cevap veriyor ve devam ediyor. “Dedem de çok meraklıydı. Balıkçı Hasan Dedem… Onun locası vardı Atlas Sineması’nda. Girişte sol tarafta on tane loca. Locaları aileler kiralardı. Yani biz sinemaya geleceğiz bu akşam dedin mi yerin hazırdı. Locaların yan taraflarında tahta perdeler vardı. Tam görmüyorsun yani yandakileri. Her locada beş altı sandalye olur, bayanlar anneannem, annem falan önde. Bizi arkaya oturturlar.

Bir de; Evin Ana Fırını var ya, orada bizim deve damlarımız vardı o zamanlar. Ben okuldan çıkar, oraya giderdim. Develerin arasında dolaşmayı, onları sevip okşamayı severdim Develer çocuklara çok ilgi gösterir. Develer inatçıdır, terstir ama çocuk oldu mu işte gezersin aralarında, bir şey yapmazlar.

İlkokulda bale de yaptım ben. Öksüz Osman İlkokulu’nun öğrencisiydim. Dansı çok severdim. Dans yarışmalarında ödüllerim falan var benim. Okulun mehter takımındaydım aynı zamanda. Bizim okulun mehter takımı çok meşhurdu. Gömeç, Ayvalık birçok yere gittik.”

Sözü çocuklardan alıp büyüklere getiriyorum sonra. Sosyal yaşamı alt üst eden televizyonun henüz evlere girmediği o yıllarda, kasaba halkının hayatının nasıl geçtiğini merak ettiğimi söylüyorum. Sağ olsun Hasan Bey ikiletmeden anlatmaya başlıyor yine.

 

“Gece gezmeleri çok önemli bir yer tutardı o zamanlar. Komşuluk misafirlik. E çok normal, televizyon yok, eski radyolar var bir tek. Bu Mahkeme Mahallesi, Koca Cami Mahallesi, buralarda oturanlar devamlı olarak birbirine gider gelirdi. Hele ramazan ayında… Ramazan gecelerine özgü bir de fincan oynama vardı. Gencin biri tepsiyi alıp dışarı giderdi. Fincanları ters kapatırdı gençler. Bir fincanın içinde de yüzük yerleştirirlerdi. Misafirler fincanları açardı tek tek. Yüzüğü bulan bir ufak hediye kazanırdı. Ama ne hikmetse çok heyecanlı olurdu. ‘A yavaş aç, onda değil, bunda mı’ diye falan aileler birbirine girerdi. Biz çocuklar da onları seyrederdik.

Ama en önemli sosyal olay, geçenlerde sosyal medyada babamın fotoğrafını paylaşmıştım bu konuyla ilgili, akşamüzerleri çıkılan piyasaydı. İyi havalarda her akşamüzeri en iyi giysilerimi giydirirlerdi, hatırlıyorum.  O zamanlar kaldırımlar geniş ve Hürriyet Caddesi’nin her tarafı ağaç. Meydandan yürümeye başlardık, yürürken herkes birbirine selam verir, herkes birbirine hatırını sorar, kimin çocuğu olmuş, kim evlenmiş, kim nişanlanmış, kim ölmüş öyle yürünürdü. Ta köprüye kadar... Bir de tabii genç erkekler de kız bakardı bu arada. Mesela benim Esin Teyzem çok güzeldi, anneannem onu hiç yalnız bırakmazdı o yürüyüşlerde.  Sonra köprünün oradan yavaş yavaş dönülürdü. Dönüşte parka oturulur, çay içilir, sohbete devam edilirdi.

Bir de balolar vardı. Yeni hükümet konağı yapıldı ya, onun olduğu yerde balo salonu vardı. Düğünlerde de kullanılırdı. Aynı yerde Akşam Kız Sanat Okulu da vardı. O yola bakan taraftaydı, salon da arkasında. Cumhuriyet baloları, yılbaşı ve 27 Mayıs baloları, 8 Eylül’de kurtuluş balosu, her vesileyle bir balo düzenlenirdi. Defileler de olurdu. Akşam Kız Sanat Okulu’nun defileleri… Maskeli balolar olurdu sonra.”

“Peki, bugünlere gelirsek Burhaniye’den memnun musunuz Hasan Bey? Giderek kozmopolit bir çehre kazanıyor, kalabalıklaşıyor. Buna bağlı olarak yapılaşma artıyor. Sizce hayat ne tarafa doğru evrilir bu kasabada, yirmi yıl sonra nasıl bir yer olur burası?” diyorum.

“Önce şunu söyleyeyim. Ben Burhaniye’de yaşamaktan çok mutluyum. Ama sorunlar var tabii. Ekonomik gelişme falan yok. Rezalet bir durum söz konusu... Zeytinle turizm öyle veya böyle götürüyor işte. Ama üstüne bir şey eklemez Burhaniye. Dükkânlar kapanıyor tabii. Kapanan kapanana. Devreden devredene, barlar restoranlar, ha bire kimi duysak devrediyor. Geçenlerde İstanbul’a gittim. Birçok marka olan mağazalar kepenk indirmiş. Buraya da yansıyacak tabii bu durum.

20 yıl sonra bu kasaba nasıl olacak dediniz ya, çok bir şey değişeceğini zannetmiyorum durağan bir kasaba burası. Edremit ve Ayvalık arasında bana göre durağan bir kasaba. Hele bir de Ören’i falan imara açarlarsa biter burası. Burada ticaret de gelişmez. Esnafımız da kötü maalesef. 3-4 yıl önce Kadıköy’de vapura bindim. Koltuğumun altında da bizim yerel gazeteler var, birine götürüyorum. İyi giyimli bir beyefendi karşımda... Burhaniyeli misiniz dedi. Ben de ev aldım oradan dedi, çok güzel bir yer, çok memnunum havası güzel, insanı güzel ama esnafınız beş para etmez dedi. Adamı bir kazıklamışlar, marangoz kazıklamış, elektrikçi kazıklamış, sucu kazıklamış. İnsan üzülüyor tabii.

İnsanlar yönünden değil ama betonlaşma yönünden bende kötü bir duygu yaratıyor. İnsanlar gelsin, aydın insanlar, demokrat insanlar, akıllı insanlar gelsin yerleşsin. Hepsi iyi güzel de işte bu betonlaşmaya üzülüyorum. Bahçeli nizam için çok savaş verdim ve hala da veririm. Bitişik nizama izin vermememiz gerek. Bir önemli konu da tarım alanlarını korumamız lazım. Besko vardı eskiden. Sebze meyve üretici kooperatifi…  Üreticiden direk hallere gidiyordu. 50 kamyon çıkıyordu eskiden.  Şimdi yok Besko… Onun hikâyesini yazmalısınız. Hacı Ahmet Mahallesi, Bahçelievler Mahallesi hep tarım alanıydı eskiden. Şimdi her yeri imara sokmaya çalışıyorlar. Geçenlerde çiftçiler bastı Belediye’yi. Toki’nin arkasını da açacaklarmış imara.”

Tarım alanları… Ne kadar önemli bir konu olduğu bir kez daha geçiyor aklımdan. Onca nüfusun gelir kaynağı olması kadar önemli bir başka yanı daha var. O alanlar bizi doyuran toprak parçaları. Bütün bunlar görmezden gelinerek nasıl fütursuzca yapılaşmaya açılıp duruyor bu alanlar diye bir kez daha ifrit oluyorum oturduğum yerde.

  

Söyleşimizin sonuna yaklaşıyoruz. Son birkaç sorum var. “Burhaniye’de özellikle sıkılıp bunaldığınızda en çok nereden keyif alırsınız, sakinleşip huzura kavuşursunuz?” diye soruyorum.

Ören’de dolaşırım. İki kedi ve bir köpeğimiz var. Onlarla stres atıyorum. Köpekle özellikle. İrlanda seteri, kızıl renkli. Kilometrelerce yürürüm onunla sıkıldığım zaman. Altın kampa doğru yürürüm. İstanbul’da sıkılıyorum artık. Buradaki sohbet muhabbet orada yok ki!”

O kadar çok konu hakkında sohbet ettik ki Hasan Ender’le, sonrasında bu yazıyı hazırlarken onun önemsediği bir noktayı atlamaktan çekinerek soruyorum son olarak. “En son olarak yazıda şu konu da olsun dediğiniz bir şey var mı Hasan Bey?” diyorum. Bir anısını aktararak cevap veriyor bu soruya.

“Ayvalık’ta maç seyrediyoruz iki üç ay kadar önce. 3. Lig maçı. Ayvalıklı antrenörler, biz, spor adamları, Küçük köylü, Edremitli böyle bir topluluk oturuyoruz. Futbolda alt yapı konusu konuşuluyor. Ayvalık gücün antrenörü bir laf etti. Arkadaşlar dedi Burhaniye dedi alt yapıda bizden beş sene ilerde. Bizim dedi beş sene çalışmamız lazım ki Burhaniye’yi yakalayalım. Çok iyi yetiştiler, çok iyi kurumsallaştılar, çok iyi kurdular dedi. Bu beni çok mutlu etti.  Ticarette ekonomide Ayvalık’tan gerideyiz ama futbol konusundaki alt yapıda beş sene ilerdeyiz. Ben bundan ötürü mutluyum, gururluyum.”

Sonuçta hak edilmiş bir gurur bu. İnsanın bir şeye emek verip sonrasında ürün almasından, hem de kaliteli ürün almasından daha keyif verici ne olabilir ki? Kendisi bana göre çaba gösterdiği bir başka konuda da güzel mi güzel, değerli mi değerli bir hediye daha almış geçtiğimiz yıllarda. Onun kelimeleriyle aktarıyorum.

 

“Örende her sene babamın sergisini açıyorduk. Festival sırasında. Eski fotoğrafları yayınlıyorduk. Bir gün oturuyorum, Ruhi var bizim, geçmişte babamın çırağı… Yanıma geldi ve dedi ki;

‘Bir bak Hasan Abi yabancılar var, yabancı bir şey konuşuyorlar’ dedi. Gittim, iki tane ihtiyar, çok sevimli, sempatik. Babamın çektiği Çarşı Caddesi resimlerine bakıyorlar. Ve kadın ağlıyor. Meğer Rum’muş, Yunanlı kadın. Çocukluğu burada, Burhaniye’de geçmiş. İngilizce de biliyorlar.  ‘Buyurun,’ dedim. ‘Kemer, Çarşı Caddesi’ dedi fotoğrafı göstererek. ‘Ben Kemer’ de doğdum, beş yaşına kadar buradaydım,’ dedi. Şimdi Atina’da yaşıyorlarmış. Her sene geliyorlarmış Burhaniye’ye. Tarif etti, etti, Balıkçı Nazım Abi var ya, Kuvayı Milliye Müzesi’nin yanında. Onun üstündeki ev onlarınmış. Ama artık yok ev.

Dayanamadım, atladım geldim büroya, burada bulunan bütün aşağı Çarşı Caddesi fotoğraflarının hepsinden birer tane kopya yaptırdım fotoğrafçıda. Götürdüm, onlara verdim.” Konuşmanın burasında karşılıklı gözümüz yaşarıyor. Sonra “Hala mektup gönderirler bana Atina’dan,” diye devam ediyor Hasan Bey.

Hasan Bey’in bu anısı bana yine mekânların, hele hele kamusal mekânların insanlık için ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor. Ama işte olamıyor, korunamıyor tarih. İnsanın bitmek tükenmek bilmeyen hırsı, daha daha diye çalışan beyni değişmedikçe de bu sorun bitemeyecek gibi görünüyor. Bize kalansa tarihin sayfalarında donup kalmış ve ilgilenildikleri sürece de yitip gitmeyecek o fotoğraflar olabilecek sanırım ancak.

İşte bu yüzden önemliydi artık işlevselliği kalmamış, depo gibi kullanılan Belediye Kent Arşivi, işte bu yüzden çok üzüldüm ben Şehit Turan Bayraktar Parkı’nın hoyratça, aslıyla ilgisi olmayan bir şekilde düzenlenmesine ve işte tam da bu nedenle çok yaşa sen Hasan Ender diyorum içimden. Hem Burhaniye adına ve hem de kendi adımıza sonsuz teşekkürlerimizle…

©00:00 December 8 th 2016 by Filiz Engin, Ender Kurt. Proudly created with Wix.com

bottom of page