"Hikayeleşen Kareler, Fotoğraflanan Cümleler"

Burhaniye’de yaşayan hemen herkesin aşina olduğu bir şahsiyetle birlikteyiz. Bunu biliyoruz çünkü öyle çok alana dokunmuş, dokunduğu yerlerde baştan savma olmayan, özenle yapılmış, doğru işlere imza atarak öyle izler bırakmış ki kendisi, hemen herkesin belleğinde yer etmiş ister istemez. Bir sosyal medya paylaşımında “Burhaniyem; taşım, toprağım, sığınağım benim” diyen, söyleşimizin bir yerindeyse “ Ben Burhaniye’yi çok seviyorum. Beni Burhaniye büyüttü, ben de Burhaniye’yi büyüttüm. Beraber büyüdük çünkü” sözleriyle doğup büyüdüğü yere sevgisini, tutkusunu içten geldiği apaçık sözcükleriyle aktaran sevgili Mustafa Yüksel 50yüz 100göz bölümümüzün konuğu bugün.
Uzun ve keyifli bir sohbet olacağı daha başından belli… Çünkü İskele’deki Nar Kafe’de henüz sandalyelerimize tam olarak yerleşmemişken söyleşi akmaya başlıyor bile. Diyor ki Mustafa Bey;
70’li yıllarda Afrika’daki açlar, Sibirya’daki sürgünler, içeride ya da dışarıda olan her olay dert olarak hayatımızın önemli parçalarıydı. Önemli bir alanını teşkil ederdi. Sonra açlığı, meselâ Afganistan’ı unuttuk. Türkiye’ye geldik, ardından Türkiye’yi de bıraktık, Ankara dedik, sonra onu da bırakıp geldik Burhaniye sınırlarına… O engin hayat bakışımız törpülene, törpülene sıkıştık kaldık. Burada da işte çeşitli yapılanmalarda eğitimli insanlar var, bu insanlar bile kendi içlerinde sağlığı bozuk, duygular, düşünceler sergiliyorlar. Bunun böyle olmaması lazım. Bu çerçeve içerisinde, ülkenin bu koşulları içerisinde bizim gram hata yapmamak üzere kılı kırk yarmamız lazım.
Bunu anlatmaya çalışınca takıntılı insan olarak yorumlanabiliyorsunuz ama…
Evet, on binlerce örnek var, yaptım olducularla ilgili. Kitlelerin önüne ne atarsan tüketiliyor. Böyle bir yapı var, yaptığımız işlerde bunlardan farkımız olmayınca, bizim bu alanda olmamızın bir anlamı yok ki. Zaten bir curcuna var ortalıkta, sen bir düşünce uğruna, ideallerin uğruna, ortaya bir şey koymak istiyorsan farklı olmalısın, nitelikli olmalısın.



Sonuna kadar aynı düşünüyorum Mustafa Bey’le… Bu dar bakışlı, ben yaptım oldu açılı, giderek nesnellikten uzaklaşan ve buna karşılık nereye yaklaştığı asla anlaşılamayan ve açıkçası biraz ucube olarak gördüğüm bakış açısı benim için de şikâyet konusu. Ama biz önce kendisini tanıyarak başlamak istiyoruz sohbetimize.
Bunlara ilerleyen dakikalarda yine geleceğiz muhakkak ama şimdi sizin tarihinize bakarak baştan alalım mı Mustafa Bey?
Şimdi Ender projenizden söz edince bana, birkaç tane Mustafa Yüksel’in var olduğunu düşündüm.. Bunlardan bir tanesi Mustafa Yüksel terzi çırağı, on iki yaşında köyden Burhaniye’ye gelmiş bir köy çocuğu. Yaşamında hareketlilik yok, köy hayatından çıkmış, yaşamının zenginliği de o köy hayatı ile sınırlı. O günün Burhaniye’si altı yedi bin nüfuslu bir kasaba. Ama Mustafa için büyük bir onur oraya gelebilmek. Bu köy çocuğu işte bir terzi dükkânında hayata adımını atıyor. Ama mesafe kat edebilmesi için, hani derler ya bilmem ne kadar fırın ekmek yemesi lâzım. Hemen adapte olamıyorsunuz ortama. Arkadaşınız yok, sizin dilinizden anlayacak kimseler çok sınırlı.




Niye terzilik, bir tesadüf mü?
Köyde ilkokul öğretmenim öğretmen okulu sınavlarına katılmam konusunda ısrar etti. Ailem kabul etti, Savaştepe öğretmen okuluna kaydımın yapılması için sınava girmem gerekiyordu. O sınavlara hazırlandım. Ama sınavda karşımıza çıkan o pi sayısı bütün hayallerimi yıktı, gitti. Bizim matematik bilgimiz çarpım cetveli ile sınırlıydı. Bir köy okulunda beş sınıfa bir öğretmen vardı nihayetinde.
Durum böyle olunca Burhaniye’de yaşayan teyzemler vardı, has teyze değil de işte babamın akrabalarından biri… Bu oğlanların ikisi benim demişti daha öncesinde, köyde kalmamızı istemediği için. Babam da zaten köyde kalmamızı istemiyordu. Bizi, önce ağabeyimi, sonra sınavları kazanamayınca beni de teyzemlerin yanına aldılar. Çay Caddesi’nde, şimdiki BİM’in olduğu yer, orada Kara Gemici sokağı vardı, evleri oradaydı. Askere gidene kadar o evde kaldım. Terzi çıraklığı yaptığım o yıllarda, Burhaniye’de gömlek diken yoktu. Seni gömlekçi yapalım dediler. Karargâhta, askeri garnizonda Niko diye bir Rum bir gömlekçi ustası vardı. Bana gömlekçiliği o öğretti. Burhaniye’de gömlekçiliğe başladım böylece. İyi bir gömlekçi olduğum söylenir.
Sizin bu maharetinizi çok kişiden duyduk Mustafa Bey. Bu arada sizin bir dükkânınızın olduğunu, o dükkânda aynı zamanda bir kitaplığın da bulunduğunu ve özellikle gençlerin orada bir araya geldiğini, fikir alışverişi yaptıklarını, kitaplığından yararlandığını da duyduk geçmişinizi bilenlerden. Nasıl diyeyim, bana anlatılanlardan hissettiğim bir kültür ocağı gibiymiş orası. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz? O sırada yanımızda olan Mustafa Bey’in sevgili eşi Vasfiye Hanım söze karışıyor. “Hep şaşırmışımdır, hep enteresan gelmiştir Mustafa senin nasıl böyle biri olduğun. Çok tutucu, muhafazakâr bir ailen var senin. Nereden etkilendin de sen solcu oldun?” diye benim sorumu pekiştiriyor.
Köyde biz gazete bilmiyorduk. Burhaniye’ye gelince Hürriyet başta olmak üzere bir iki gazeteyi daha bol bol okumaya başladım. O arada da çelişkileri gözlemeye başladım tabii. Benim ailemin demokrat olmasının yanı sıra birlikte çalıştığım usta da demokrattı, belediye meclis üyesiydi demokrat partiden. O sıradaki gözlemlerim esnasında mesela İsmet Paşa’ya sağır tabiri beni çok rahatsız etmişti. CHP aleyhinde o kadar kötü konuşuyorlardı ki, hatta Atatürk’ü bile kendi aralarında eleştiriyorlardı ve yahu Atatürk’ü de peygamber yaptılar diyorlardı meselâ. Bunlar beni rahatsız ediyordu. Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin önde geleni hakkında böyle konuşulması bende hep soru işareti yarattı. Sonrasında 1967-69 döneminde askere gittim, Gölcük Ana Üs Komutanlığı’nda bahriye olarak. Orada daha çok okuma imkânım oldu. Kitaplar vardı, İstanbullu arkadaşlar vardı. Bu süreç içeresinde ne bulduysam okudum, kendi içimdeki çelişkileri ayıklamaya çalıştım. Bir dünya görüşü oluşmaya başladı. Ama hiçbir dünya görüşü bütünlüklü bir mükemmeliyete sahip değil tabii... Burada bir başka faktör daha var. Askerden döndüğümde ülke genelinde bir sol hareket vardı. Bu çelişkileri, bu meseleleri sorguladığım yaşam tarzı içerisinde o hareket beni içine çekti. Ama bir şey daha var, beni içine çeken bu hareket çok da açmış. Burhaniye’de bunun şarıl şarıl bir akışı, bir yapısı vardı. Askerlikten geldikten sonra bir gömlekçi dükkânı açtım. Adı Orkide’ydi. Yani çiçek gibi gömlek dikiyoruz demek istiyordum bu adla. Askerlikten döndükten sonra da kitap okuma alışkanlığımız süre geldi. Yeni yayınları hep takip ettim. Remzi, Cem, Bilgi kitapevi falan… Gençliği çağıran bu sol hareket, Sunar Sitesi’ndeki bana gömlek diktiren soldaki insanlar, meselâ Yedi Tepe Yayınları’nın sahibi Hüsamettin Bozok. Bu süreç içinde ayrıca partiye de (CHP) kaydolmuştum. Gençlere de gömlek dikiyoruz tabii… Uzun yaka, antuan yaka deriz gömlekler, ondan sonra bütün bunlar olurken bir kütüphane oluştu işte. Orkide Kitap Kulübü adı, kişi üye oluyor, ayda 2,5 lira aidat, kitap alış ve geri dönüşlerini kayıt altına alıyoruz. Kitabın iadesi esnasında okudum demek yetmiyor, özetini anlattırıyoruz. Ama bu grup içerisinde yapılıyor. Bu hareketler olunca beni partiye çağırdılar ve gençlik grubunu kurmamı istediler. Ben de doğrusu ya siyaseti sevmiyorum. Yani siyaset her şeyimiz elbette ama üstelik o dönemde bu kadar da çürümüşlük yoktu ama ben yine de daha çok şiirler yazıyorum, Hürriyet’in pazar ekinde bazıları yayınlanıyor, gencim, havam yerinde tabir yerindeyse, böyle siyasetle meşgul olup da, onun çamurunu falan istemiyorum ama partililer ısrar edince anlaştık. Ben topluluğu organize ettim. Gençlik grubunun başına Burhan Türkoğlu’nu geçirdik. Yıl 1973 falan. Sonra Burhan işi yürütemedi, tekrar bana getirdiler gençlik grubu başkanlığı teklifini.
Vasfiye Hanım giriyor tekrar söze. “Mustafa’nın gençlik kolunun başında olduğu yıllarda, özellikle gençler akın akın CHP’ye üye olmaya geliyorlardı ve bu gençlerin büyük çoğunluğu Demokrat Partili ailelerin çocuklarıydı,” diyor.
1972- 73 döneminde, yani benim gençlik kolu başkanlığı dönemimde, şimdi geldik 2019 yılına, kırk küsur yıl olmuş, o dönemdeki kalabalık Burhaniye’de hiçbir zaman oluşmamıştır. Bugün bazı sağ partilerde siyaset yapan gençler ya da benim yaşdaşlarım bu gençlik kolundan yetişmiştir. Örneğin Necdet Uysal, benim dönemimde gençlik koluna üyeydi. Fikret Akova hakeza, Murat Narin de öyle, bugün aktif olan insanların birçoğu o hareketin içinden çıkmışlardır. Şöyle bir şey, sizin bir yerde önünüz kesiliyorsa, bir süreç sonrasında siz ellerinizdekini başka alana, bir başka mecraya aktarmak zorunda kalıyorsunuz. Yani birçok arkadaşlarımız da partiden böyle koptular. Gerçi başka faktörler de olabilir tabii.

Bu dönemde hep gömlek terziliğini mi sürdürdünüz?
Gömlekçilik işinden sonra, işleri tuhafiye ticaretine dönüştürdük sonrasında. Evlendiğimiz dönem o zaman. Sonrasında temizlik malzemeleri sattık. Bu arada da gençlik kolu dönemi bitti. İlçe Başkanı olduk.
Gördüğümüz kadarıyla Mustafa Bey, siz kendi kendinize, kafanızdaki sorulara cevap arama, sizin tabirinizle düşüncelerinizde oluşan çelişkileri ayıklama süreciniz esnasında depoladığınız bilgilerinizle, kendinizi çoğaltmayı başarmış bir insansınız. Üstelik muhafazakâr yapıdaki bir ailenin çocuğu olduğunuz halde. Bu bana kalırsa Burhaniye için büyük bir şans olmuş. Şimdi, biraz daha gerilere gitsek istiyorum. Örneğin çocukların sizin çocukluğunuz döneminde hayatı nasıl geçerdi, hangi oyunları oynarlardı, sosyal yaşam çocukların, dünyasında nasıl oluşurdu?
Bir terzi çırağı olarak günümüz dört duvar arasında dükkanda geçerdi. Daha öncesinde köyde yaşarken, okullar kapanınca ben evdeki üç beş koyunu alıp İskele’deki arazimize gelirdim. O arazide onları otlatırdım. Aynı esnada denize de girerdik. Onun dışında köyün içinde bir hayat yoktu ki! Tel araba yapardık kendimiz, bez sarar, top oynardık. Burhaniye’de ise on iki yaşındaki çocuk top koşturur, kimin topu varsa o takımı kurar, bu köylüyü yani beni en son alırlardı takıma. Çünkü hayatında topa ayak vurmamış birisini tercih etmezler, ayıp olmasın diye işte dediğim gibi en son alırlardı. Ama sinemalarımız vardı çok güzel. Hepimiz gözü yaşlı ayrılırdık sinemalardan. Ben Türkçemi sinemalarda geliştirdim. Burhaniye’de bir park vardı işte. O zamanlar insanlar samimiydi, aşina olduğunuz yüzlerdi. Onlarla birçok şeyi paylaşabiliyordunuz. Kent ruhu birbirinin akışı içeresinde gözle görünmez, nasıl ifade etsem, bir akım dolaşırdı sanki. Herkes huzurluydu sanki.



Mustafa Bey park deyince, ben yine dayanamıyorum. Havuzun kaldırılmasından, parkın değiştirilmesinden duyduğum sıkıntıyı dile getirip ne düşündüğünü soruyorum kendisine. Mekânların çehresi değiştikçe biz ruhumuzdan bir şeyler yitirmiyor muyuz diyorum.
Biz var ya, kötü bir Burhaniye çıkardık ortaya. Şimdi kentsel dönüşüm diye bir şey çıkardılar başımıza. O geniş yollara kat kat üstüne binalar kuruyoruz. Hava kirliliği, araç otopark sorunu, çözümsüz bir biçimde karşımıza çıkan böyle bir Burhaniye oldu. Bir kenti geleceğe hazırlıyorsanız, elli yıllık, otuz yıllık, yetmiş yıllık planlarınız olması lazım. Bu kent böyle göç alıyorsa hala, bu kentsel dönüşümle böylesine sıkıştırmaya hakkımız yok. Çocukların basket, futbol, voleybol oynayacak alanları yok mesela Burhaniye’de. Gençler enerjilerini kullanamıyorlar.
Geçmiş dönemlerde insanlarda sorun yaratan yapı yoktu da, aksine hep tamamlayıcı bir hal vardı üstlerinde. Şimdi öyle değil, toplumdaki çoğunluk birbirlerine kötü bakıyor. Gülen yüz çok az, ben çoğu zaman sokağın bir köşesinde dikilirim, öyle bakarım insanlara. Bir asık yüz insanlarda ve bir de profil de düşük. İnsanlar giyim kuşamlarına dikkat etmedikleri gibi, davranışlarına, yapıp ettiklerine de özen göstermiyor. Yapacağın işi en iyi yapmak gibi bir gayret başta da söylediğimiz ya, çoğu insanda kalmadı.
Bu arada Ender söze giriyor. Abi diyor, ben seni bunca yıldır tanırım, atkısız ya da fularsız hiç görmedim şimdiye kadar. Bunun nedeni ne diyor. Kibarca gülümsüyor Mustafa Bey;
Olabildiğince temiz giyinmeye çalışırım. Fularsa hem koruyucu, hem de tamamlayıcı bir unsur benim için.



Doğup büyüdüğünüz ev hala ayakta mı?
Yok, o zaman içinde yıkıldı. Rumlardan kalan güzel ahşap bir evdi, iki katlı. Çocukluğumuzda da çok önemli bir yeri olan bir evdi. Taylı elinden baktığınızda karşı taraf Altınoluk, ki o zamanlar adı Papazlık İskelesiydi. Oraya baktığımızda bir deniz feneri vardı yanıp sönen. Biz çocukluğumuzda akşamları pencereden onu izlerdik. Tabii o zaman sahildeki bu yapılaşmanın çeyreği bile yoktu. O zamanlar İskele’ye gemiler yanaşırdı. Yıkıldı o ev sonra, yerine başka bir yapı inşa edildi.
Ya ben bu soruyu genellikle soruyorum. Çünkü kişisel olarak da yabancısı olduğum bir konu, çok ev değiştirmiş, çok dolaşmış biri olarak. Yani hala doğduğun evde yaşamak ya da o evi yarım asır devirdikten sonra hala görebilmek, doğduğun kentte büyüyüp orada yaşamaya devam etmek. Bu ilerlemiş yaşında nasıl bir duygu yaratır insanda Mustafa Bey?
İnsan elli, altmış, seksen her neyse hayat ne çıkarırsa karşısına onu yaşarken, sürecin bulunduğu uç noktada, insanların hafızalarında yer alan ilk çocukluk yıllarındaki güzellikler hayal dünyasını zenginleşiyor. Huzuru onda buluyor. İşte top oynadığı sokak, düşüp kalktığı o taşlar, o çocukluk arkadaşlarınız falan sizi çoğu zaman oraya çekiyor, orada dinlendiriyor sizi. Çok güzel bir duygu. Keşke evimiz de hala ayakta olsaydı çok daha güzel olurdu.
Çok yeri değiştirdiler ya Mustafa Bey, girip çıktığınız sokaklar aynı değil, mekânlar sürekli değişiyor. Peki, siz buralarda dolanırken eski halleri ile hissedebiliyor musunuz oraları? Yani insanın annesi çocuğun gözünde hiç değişmez ya, aslında değiştiği halde…
Şimdi İskele caminin oradan giriş var ya, ben buraya ne zaman gelsem, oradaki Şeytan Mustafa’nın restoranı gelir gözümün önüne. Biz o köşede hep araba beklerdik. Köyden inerdik, Burhaniye’ye gideceğiz. Biz o restoranın önünde araba beklerdik. Yan kapıları olmayan, arkadan açılan kapısı olan Marakas denilen arabayı… Demin dediğiniz gibi işte ben oradan geçerken istisnasız hep bunu hatırlarım.
Az önce İskele’ye gemiler yanaşırdı dediniz. Hangi İskele’ye?
Bu İskele’ye… Yolcu gemileri gelirdi. 50’li yılların ortalarında… Rıhtıma yanaşamazdı. Mavna dediğimiz çok büyük sandallara binilir, kayığa bağlarlar, kürek çekerek gemiye ulaşılırdı. Eskiden kargo şirketleri yoktu. Buradan İstanbul’a bu gemilerle giderdi kargolar. Bu arada İskele camisinin bulunduğu yerde geniş bir çayırlık alan vardı. Kırmızı maden, yani demir Balya’dan gelir, oraya yığılırdı. O çayırlık alandan madeni el arabalarına yükleyip mavnaya taşımak ve dökmek diye bir iş vardı o zamanlar. Her döktüğünüz el arabasına bir marka atılırdı. Bir marka 6 kuruştu. Bu olay yıllarca sürdü Burhaniye’de.





Devrim Gazetesi’ne gelelim mi biraz? Bildiğim kadarıyla uzun yıllarınız geçmiş orada. Epey eski kuruluşu o gazetenin değil mi? Ayrıca bu konuda merak ettiğim bir nokta da 80 darbesi esnasında gazeteyle ilgili önemli gelişmeler oldu mu?
Tabii, tabii, 1960’larda kuruldu o gazete. Önce 80 darbesiyle ilgili olarak şunu söyleyeyim. Bütün darbelerde olduğu gibi, darbe yaşandığı anda koşullar da değişir. Başarıya ulaşırsa darbe, alkışlayanı çok olur. Aynı zamanda çok sayıda zarar göreni de olur. Aydınlar daima darbenin karşısındadır, öyle de olması gerekir. Ama küçük yerlerde, bu kendi kısır döngüsü içerisinde yaşamın sürdüğü yerlerde darbelere direnenler az olur daima. Hep böyle olmuştur bu. Açık bir dille ancak bu kadarını söyleyebilirim. Gazete de kapatılmadı ama sıkıyönetim denetiminde yayınlandı hem Devrim Gazetesi ve hem de diğer gazeteler. Zaten bizim Devrim Gazetesi öyle çok uç noktalarda yayın sürdüren bir gazete değildi. Bir kasaba gazetesiydi sonuçta.
Gazetenin benim yönetimde olmadığım yıllardaki haberlerine bakacak olursan, kente dair çok az isim bulursun. Belediye başkanının, kaymakamın ya da birkaç bürokratın ismidir o da. Yerel halk gazetede yaşatılmamıştır. Oysa bir kasaba gazetesi kentin aynası olmalıdır.
Devrim Gazetesi’nde yazmaya spor yazarlığıyla başladım. Ama bizim yazılarımız klasik sporla ilgili makalelerden biraz farklı oluyordu. Biraz edebi bir tarzdı. Mesela bir keresinde Burhaniye Spor Balıkesir’e maça gidecekken, ben yazdığım haberin içine ‘Balıkesir yolunda, sepeti var kolunda, Balıkesir’e gelenler, diz çökecek önünde’ diye bir dörtlük yerleştirmiştim.
Mesela gazeteden hatırladığım yine o dönemde sadece ölüm ilanları olmazdı. Doğum, nişan, düğün haberleri de yer alırdı gazetede. Bu arada Osman Çalışkan ile Hüseyin Özcan diye iki arkadaş edinmiştim ben. Birisi Bahadınlı, diğeri Şahinler köyünden… İkisi de eğitim enstitüsünde okuyorlardı, yakın arkadaşlıklarımız oldu. Ben şiir ve Türkçenin kullanılması konusunda onlardan çok şeyler öğrendim. Onlar devrimde köşe yazmaya başladılar, onlar baskı yaptılar sen de yaz diye. Ben de yazmaya başladım sonra, beğenilmeye de başladık. Böyle olunca da insan işin içinde olmak için daha çok çaba gösteriyor. Özellikle geriletmemeye çalışıyor kendisini. Sonra kendiliğinden bir köşe yazarlığı çıktı ortaya. Bir taraftan da dükkân işletmeye devam ediyoruz tabii… Ama gazeteden de para kazandık doğrusu. Genel yayın yönetmeni olduktan sonra kazandığım para dükkân kirasını karşılıyordu.




Köşe yazarlığınız bitmedi ama değil mi?
Yok, aşağı yukarı bütün yerel gazetelerde yazdım. Ama işte hep beraber daha iyiye daha güzele gitmek için ilerlenmeyince, kendi mükemmellik anlayışı da topluluğun içinde sönüp gidebiliyor. Bu hoşuma gitmiyor. Şimdi Gökkuşağı dergisinde üç ayda bir yazıyorum. Tatmin olmaya çalışıyorum diyelim.
Basın hayatınız Devrim Gazetesi ile sınırlı değil bildiğim kadarıyla Mustafa Bey.
Ben Devrim Gazetesi’nin yanı sıra Demokrat İzmir Gazetesinin de muhabirliğini yapardım. Kültür sanatla olan ilişkimde Atila İlhan’ın çok büyük bir katkısı vardır bana. İzmir’e gittiğimde kendisiyle oturur, sohbet ederdik. Gazetenin ne tür haber istediğine, habere nasıl bir yaklaşım içinde olduğuna dair bilgiler alırdım kendisinden. Bu arada A. İlhan haftanın bir günü gazetenin bir tam sayfasını kültür sanata ayırıyordu. Orada benim de şiirlerim falan yayınladı. A. İlhan’ın babası Burhaniye’de kaymakamlık yapmış geçmişte. Yani birkaç yıl da olsa burada yaşamış kendisi, anılarını anlatırdı. Şiir üzerine konuşurduk, sıcak bir muhabbetimiz vardı kısacası kendisiyle. En son Konak Vapur İskelesi’nde birer kahve içtik. Bir daha da görüşmek imkânımız olmadı. O dönemde Demokrat İzmir çok şairler yetiştirdi. Hidayet Karakuş, Turgay Fişek, daha çok isim var ama şu anda hatırlayamıyorum.


Başlangıçta birkaç tane Mustafa Yüksel var demiştiniz. Terzi çıraklığı, esnaflık, CHP’de gençlik kolu başkanlığı ve ilçe başkanlığı, gazetecilik, şairlik konuşmamızın başından bu yana bahsettikleriniz. Ekleyecekleriniz var mı?
Var, televizyonculuk ve radyoculuk var mesela. 93-94 yıllarında Kemer Radyo… Yerel seçim dönemlerinde bütün başkan adayları mikrofona çıkar, canlı yayında konuşurduk onlarla. Hani bir zamanlar Dallas dizisi vardı da sokakta kimse olmazdı ya, bizim kemer radyonun yayın yaptığı o saatlerde radyolar son sesiyle açılır, herkes pür dikkat radyo dinlerdi. Esnaf kefalet kooperatifinin üstündeydi yerimiz. Ben radyonun yöneticisi, program yapımcısıydım. Ayrıca konuklarla söyleşiler falan…


Şiirlerinizi toplayıp kitap haline dönüştürmeyi düşünmüyor musunuz?
Ya evet, geçenlerde bir baktım en az iki kitaplık şiir var. Ama hayatın koşturmacası içinde bir türlü toparlanamadı onlar. Bir gün olacak ama belki de ben göremem, birileri yapar o işi.
Burhaniye’den memnun musunuz Mustafa Bey?
Vallaha ben Burhaniye’yi çok seviyorum. Çünkü nasıl biliyor musunuz benimle büyüdü Burhaniye. Beni de Burhaniye büyüttü, ben de Burhaniye’yi büyüttüm. Beraber büyüdük. Çok seviyorum ama Burhaniye var olan değer potansiyelini kullanamadı maalesef. Burhaniye yönetimi böyle olmamalı. Yöneticiler halkın arasına girmiyor. Hiçbir belediye meclis üyesinin minübüslerle seyahat ettiğini göremezsiniz. Modern yerleşim yerlerini gezmeleri gerek. Taylıeli köyünün Assostaki falanca yerden ne farkı var? Sahilde bir tatil beldesi yaratmaya çalışıyorsun, iki km ötedeki köyü görmüyorsun. Köy kültürünü yansıtacak olan işlere girmiyorsun. Niye? Aynı zihniyet oraya milyarlarca para harcayarak bir tiyatro yapıyor, iyi güzel yapsın ama içini de doldursun. Kendi içinde havasıyla, samimi bir Burhaniye olmalı. Ve geniş kitlelerin bir arada oturup kalkabileceği sosyal alanlar olmalı. Yaz turizmi turizm değil, kış gelince hapsoluyorsun. Sosyal alanlar çok önemli. Köyler önemli, yaşatılmalı oralar. Dışardan gelenleri bırak, Burhaniyeli olup da köyüne gitmeyen insanlar var.



Görüşmelerimizin birinde Saraç Muhsin söylemişti galiba. Turizm kenti değil, tarım kenti değil, sanayi kenti değil, bir çeşit ucube oldu Burhaniye diye.
Emekli kenti… Emeklinin ve bürokratların maaşları ekonomik hayata yansıyor ancak. Bu da çok cılız kalıyor tabii… Üstelik emekli kenti ama hiçbir emeklinin rahatlıkla ulaşabileceği ucuz sosyal alanlar yok maalesef.
Ayrıca böyle plansız büyütürlerse kasabayı, sonra şikayet edilir. Bu hızla trafiğe çıkan araç sayısı artarsa, beş yıla kalmaz, trafik ışıkları dahi yetmeyecek Burhaniye’ye. Daha acıklısı bu konuda bir düşünce de üretilmiyor.
İmar planları yok. Tamam, tarım arazileri imara açılmasın ama imara açılan bölgelerdeki yeşil alanlar da dikkate alınsın. Benim hayalimdeki Burhaniye’de, o Karınca Deresi’nden ta Ören’e kadar geniş yeşil alanlar, yürüyüş yolları, koşu yolları var. Böyle bir Burhaniye görmek istiyorum, yaşamak istiyorum.
Kasabamızda, ya bu arada ben kasaba kelimesini kullanıyorum ama bazı kişiler bundan hoşlanmıyormuş diye duydum. Bana bu kelime açıkçası çok güzel geliyor, sizi rahatsız ediyor mu?
Hayır, hayır, kasaba kelimesi samimidir, sıcaktır.



Evet, Kasabamızda yeterli kültürel, sanatsal etkinlik olduğunu düşünüyor musunuz?
Yok canım, nerede. Bakın benim festivallere bakış açım farklıdır. Günümüzde televizyonun iki yüz kanalıyla odamıza girdiği şu yıllarda artık dışarıdan a şahsını, b şahsını getirip de burada konser vermelerinin bir anlamı yok bana göre. Bana kent kültürünü yansıtan festivaller lazım. Falancanın yemek üretiminin sergilenmesi, yörenin oyunlarının oynanması, ilçedeki ya da komşu ilçelerdeki tiyatroların gösterimlerinin yer alması, gibi bu yörede üretilen kültür sanat olaylarının olduğu bir festival olması gerek ama böyle olmuyor. Bu festivallerde kent kültürü ya da kent geçmişiyle ilgili hiçbir şey konuşulmuyor. Doğrusu ya, ararsanız sorgularsanız söyleyecek, ortaya koyacak çok şey var. Festival dışı zamanlarda da mesela birçok yerde çok küçük seyirci kitlelerine oyun sergileyen tiyatrolar var, niye buraya getirilmesinler ki? Bir tek bir şey derim, yetmişli yıllardaki toplumu yaşayanlar bu günlerde yaşadığımız facia yıllarını daha iyi anlıyorlar. Çok geriledi toplum. Yetmişli yıllardaki o hareketlilik, o coşkulu düşünce, o samimiyet, insanı yüreklendiren o yılları yaşamayanların büyük bir kayıp içinde olduklarını düşünüyorum.
Demin sinemadan söz etmiştik ya, böyle unutamadığınız o filmden sonra hayatım değişti gibi bir şeyler dediğiniz bir film var mı?
Ben sevginin işlediği, çıkarsız ilişkilerin olduğu, duygusal yoğunluğu yüksek filmleri çok seviyorum. Silahın olduğu, kavga döğüşün olduğu filmi hiç sevmiyorum. Örneğin şimdilerde sigara ya da içki içen bir kişi varsa filmde, sigara veya içki kadehi mozaikleniyor, flulaştırılıyor. Ama silah, bıçak gibi nesnelere bunu uygulamıyorlar. Anlayamıyorum.
Herkese sorduğum soruyu bir de size sormak istiyorum, eğer cevaplamak isterseniz tabii. Bu benim bir çeşit kopya çektiğim bir soru, Burhaniye’yi keşfetmek adına. Yorulduğunuz, bunaldığınız, birilerine ya da bir şeye çok kızdığınız veya üzgün olduğunuz zamanlarda kaçtığınız bir köşe var mı kasabada?
Ben böyle pek kolay parlayan bir insan değilimdir. Ama tabii insanın zaman zaman şöyle başını alıp uzaklaşmak istediği anlar oluyor. Ben Çoruk Köyü’ndeki bahçemize gittiğimde her şeyi unutuyorum. Orada dolanırken, işlenirken kendimi çok iyi hissediyorum. İskeleyi seviyorum. Denizle içiçe oturup kendisini dinlemesi insanın çok güzel bir şey.


Yanımızda Vasfiye Hanım da olduğu için son anda aklıma gelen bir soruyu daha soruyorum. Nasıl bir araya geldiniz ve sonra evlendiniz?
Benim Vasfiye’yi tanıdığım zaman çocukluğuma dayanır. Ören’de kızılay kampı açılmış o gün. Ben de kamp yöneticisine gidip katılmak istediğimi söyledim. Tamam dediler, o kampta Vasfiye de vardı. İlk orada gördüm kendisini. Adı o zaman kazındı beynime. Sonra aradan yıllar geçti, arasıra görüyordum tabii kendisini. Benim CHP gençlik kollarnın başında olduğum zamanlarda Vasfiye de Kadın Kollarında çalışıyordu. O zaman kafama koydum ve sonrasında evlendik. 42 yıldır evliyiz.
Daim olsun huzurunuz, mutluluğunuz. Doğrusu ya, sizi zaman zaman birlikte bazı yerlerde gördüğümde her zaman bir tabloya bakarmış gibi olurdum ben.
Sağ olun… Elden geldiğince mutlu olmaya, huzur bulmaya çalışıyoruz ikimiz de… Beklentilerimiz, her şey güzel olsun, herkes güzel olsun, herkes çok iyi yerlerde olsun. Olumsuzluklar herkese zarar verir. Eğer bencil bakacaksak… Kendilerine yararı olacağı için insanlar diğer insanları sevsinler. Sevgiyle yaşamak istiyoruz, başka bir şey de yok.


Hayatının ilerleyen yıllarında etkilendiği, beslendiği insanlar olsa da, işin en başında, kendi kendini kafasında oluşan sorularla çoğaltmaya başlamış, cevaplar ararken zenginleşmiş, çok yönlü, kibar, nazik, düşünüp taşınıp, ardından tane tane konuşan, kelimelerin öneminin, etkisinin farkında olan bu değerli insanı konuk edebildiğimiz için kıvançlıyız doğrusu. Sonsuz teşekkürlerimizle…