top of page

Yağmurlu bir gün… 50yüz100göz projemizle ilgili olarak ne zamandır görüşmek istediğimiz Burhaniye’nin tek cenaze levazımatçısının dükkânına yürüyoruz Ender’le…  Bu kasabada yaşayan hepimiz için son kez alışveriş yapılacak yer burası. Adı Son Durak, Naci Bey koymuş kurduğu zaman...

İçeri giriyoruz. Epey loş bir dükkân, hava da kapalı... Gözüme çarpan kefen paketleri, tespihler, gül suları  ölümü aklıma getirip durunca, ne yalan söyleyeyim, içim  hava gibi kararıyor biraz. Dükkânın sahibi Naci Komili ile selamlaşıyoruz, derdimizi anlatıyoruz. Sağ olsun bizi geri çevirmiyor kendisi. Yer gösteriyor, çay söylüyor, sohbetimize başlıyoruz.

-Burhaniye’nin tek levazımatçısı sizsiniz, öyle değil mi?

-Tek sayılır. Başka deneyenler de oldu. Hepsi silindi, gitti. Bir işi yaparken severek yapacaksın, sevilmeyen bir iş zaten yapılmıyor.

-Uzun zamandır mı bu işi yapıyorsunuz?

-Ben aşağı yukarı yirmi senedir bu işi yapıyorum. Yirmi seneden beri bu sokağın içindeyim. Yorgancılar sokağındayım. Seyyar başladım bu işe, on sene sokaktaydım. Yağmur, çamur, işte ne bileyim. Sonra nasip oldu burası açıldı. Sıfırdan geldik yani. Kimsenin bir yardımı olmadı. Kendimiz çalıştık, yaptık. Hala da çalışmaktayım.

1949 doğumlu, 68 yaşında Naci Komili. Söylediğine göre uzun yıllar önce Burhaniye’de ilk konfeksiyon mağazasını o açmış. Sonra yolunda gitmemiş işleri. “Allah rahmet eylesin, Bacak Hasan vardı burada. Onun yanında üç sene durdum,” diyor.

-Bu mesleği seçmeye sizi yönlendiren ne oldu?

-Daha öncesinde bıçkı işi yapıyordum. Odun kömür satıyorduk. O işi sevmeden yaptım ama…

Ender söze giriyor burada… “Bu işi severek mi yapıyorsun abi?” diye soruyor.

-Evet, Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayayım, bu işi severek yapıyorum. Haram para kazanmak yok bu işte. Neyse dediğim gibi bıçkı işini bırakınca Bacak Hasan’ın yanında durdum. Bacak Hasan cenaze levazımatı da satıyordu. O zamanlar içki de içiyordum, sigara da. Kız yetişti, geçim zorlaştı, para yetmemeye başladı. Önce içkiyi bıraktım, sonra sigarayı. Zaten içki içseydim bu işi yapamazdım. Hoca işi bu, içki içen adamdan kefen alınmaz derler diye. Diyen de olur, demeyen de olur. Gerçi insanın emeli iyi olduktan sonra her şeyden evvel... Ama işte, neyse iyi oldu bırakmak tabii. İçiyor olsaydım şimdi para yetmezdi her şeyden önce. Bir paket sigara on lira, üç dört bira içsen otuz kırk lira. Günde elli lira, az değil. Neyse o zamanlar ustam bana günde bir milyon para veriyordu. Bak Allah razı olsun şimdi, nankörlük yapmam çünkü. Sonra kendi kendime düşündüm, biz aptal bir insan değiliz çok şükür. Seyyara çektim kendimi. Öyle böyle derken on sene de öyle gitti.

-Yani seyyarda da cenaze levazımatı satıyordunuz öyle mi?

-Evet, ama benim satışım Bacak Hasan’ın satışından düşük oluyordu tabii. Diyelim o satıyor ayda kırk elli takım, ben satıyorum on takım. Bir keresinde müşteri geldi kapının önünde. Ben işaret ettim benim tezgâhta da var diye. Bacak Hasan duymuş. Geldi bağırdı, çağırdı. Ben üstüne gitmedim. Tamam, haklısın dedim.

Sonra o da bıktı zaten. Dükkân değiştirdi. Bu dükkân da boştu. Terzioğlu’nun burası. Telefon ettim. Erman Pazarbaşı’nda anahtarlar dedi. Gittim. Tamam dedi. Sen olduktan sonra dedi. Sözleşmeyi yaptık, girdik dükkâna. O zaman daha doğru düzgün sermayem falan yok. Neyse öyle böyle derken Allaha bin şükür işte. Önce sırf cenaze levazımatıydı. Sonra başka mallar da girdi. Benim öyle hazır param falan yoktu. İş kendisini büyüttü. Nerdeyse kimseye borcum yok. İnsan yaşını aldıkça zaten borçsuz yaşamaya çalışıyor. Başka türlüsünü insanın kafası kaldırmıyor artık. Yıllardır bu sokağın içindeyim, kimseye ver şu paramı dedirtmedim, dedirtmem de yani.

- Veresiye teklif eden çok oluyor mu cenaze malzemesi için?

-İnsanlar gelip tek tek almıyor. Hemen hemen bütün cenazeleri belediye kaldırıyor. İhale yoluyla veriyor bu işi belediye. 4 yıldır ben alıyorum ihaleleri. Çok nadir bir gariban, ben annemi ya da babamı başkasının parasıyla gömdürmem deyip buraya geliyor. Kendisi alıyor alacaklarını.

- Belediye mesela her aybaşı belli bir miktar alıp kendisi stokluyor mu? Yoksa her cenazede tek tek mi alıyor?

-Yok, stok yok. Cenaze morga geliyor. Beni arıyorlar. Ben el arabasına yükleyip götürüyorum. Yavuz Hoca’ya teslim ediyorum. Hayat böyle işte, Allan çalışana veriyor yani.

Bir ölünün gömülme bedelini ve nelere ihtiyacı olduğunu bilmiyorum ben. Nedir onlar?

-Kefen, tahta, havlu, pamuk, sünger, gülsuyu, buhur, sabun... Benim elimin altında her zaman yetmiş seksen takım hazır durur. Şimdi bazı gün üç tane beş tane cenaze oluyor. Satış fiyatı dersen 140 lira…

-Naci Bey, bir şey söyleyeceğim ama kızmayın sakın bana. Hani bir esnafa hayırlı işler, bol kazançlar denir. Ya da ne bileyim dükkâna girilir, siftahı benden bereketi Allahtan denir. Müşterisi ölü olan bir işiniz var, bunlar sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?

-Onlar batıl şeyler, desen ne olur, demesen ne olur? Meslek bu…

-Peki, bir de şunu sorayım. Bizler istisnasız hepimizin korktuğu ölümü daha çok bir yakınımız ya da yakınımızın yakını öldüğünde hatırlıyoruz. Ama sizin her gününüz ölümle ve ölülerle haşır neşir geçiyor. Bir cenaze levazımatçısı ölüme dair neler düşünür, nasıl hisseder merak ediyorum. Hani ölü görmek, mezarlıktan korkmak falan gibi şeyler kast ettiğim. Bunlar sizde yoktur herhalde.

-Ben de korkuyorum ölümden. Ama bazen malzemeleri morga götürdüğümde hocaya da yıkarken yardım ediyorum.  Kaçamıyorsun tabii oradan. Ya diyorsun hoca dükkân açık kaldı, gitmem gerek falan deyip bazen kaçamak yaptığım oluyor ama bazen de yardım ediyorum tabii. Ben bu işleri yapmadan önce hiç ölü görmemiştim mesela. Mesela morga gidiyorsun, hocam ben geldim diyorsun. Ölü orada teneşirin üzerinde boylu boyunca yatıyor.  Edep yeri hariç her tarafını görüyorsun tabii. Bazı ölümler de Allah kimsenin başına vermesin, kaza falan olmuş, beyni çıkmış mesela. Çeşit çeşit ölüm var. Ama en çok genç ölümü olduğunda üzülüyorum.

Kısa bir sessizlik oluyor. Genç bir insanın hayattan kopup gitmesi, nedeni ne olursa olsun hangimizi biçare hissettirmez ki kendimize?

Konu değiştirmenin vaktinin geldiğini düşünüyorum.

-Naci Bey, biz bu çalışmayı yaparken biraz Burhaniye’nin geçmişine de bakmak için çıktık yola. Biraz da o geçmiş zamanlardan söz edelim mi?

- Eski Burhaniye daha güzeldi. Şimdi yerli insan yüzde yirmi kaldı yüzde seksen yabancı var. Nüfus altmış bini buldu aşağı yukarı. Yazın yüz elli bin oluyordur herhalde. Eski bolluklar kalmadı. Bolluk derken, eskiden iş vardı. Daha bet bereket vardı yani.

-Burhaniye’de pek iş ortamı da yok. Eskiden tarım herhalde daha çoktu. O zamanlar tarıma açık araziler çok daha fazlaymış ve insanlar oralarda çalışıyorlarmış. Öyle değil mi?

-Doğru iş daha fazlaydı o zamanlar. Hepsi kalktı şimdi. Pamuğuydu, bezelyesiydi, taze fasulyesiydi hiçbiri kalmadı. Ticarete ve turizme kaldı iş. Ama ikisi de büyük bir gelir yaratmaya yetmiyor. Bir dolu dükkân var ama çoğu boş. Müşteri yok.  Herkes borçlu. Şimdi para kazanacaksın ki, kiranı ödeyeceksin bir yerde. Çok şükür, demin de söyledim, benim borcum harcım yok. Çoğu esnaf zor durumda…

-Burhaniyeli Burhaniye’den alış veriş yapmıyor deniyor. Doğru mu bu?

-Doğru. İzmir’e gidiyor, Edremit’e gidiyor. Zamanında Aksekililer geldi buraya. Dürüst insanlar. Ticareti bilen insanlar. Eskiden bu sokağın içi yorgancılar, manifaturacılarla doluydu. Pazartesi oldu mu bu sokağın içinden geçemezdin. Hatırlıyorum o günleri, keşke yine olsa diyorum.

-Yani eskiden ticaret daha mı iyiydi?

-Evet, daha iyiydi. Hareketliydi. Şimdi herkes kaçıyor. Parası olan başka yerlere gidip oralardan alışveriş yapıyor.

-Niye böyle oldu acaba?

-Şimdi bu AVM’ler de açıldı. Koyuyor adam cebine parayı. Gidiyor oraya. Beğendiğini alıyor. Birçok şey de bir arada. Galiba ucuz da veriyorlar. Bilmiyorum tam, ben gitmedim daha. Biz Burhaniye’de ilk konfeksiyon mağazasını açtığımızda Nehir, Karaca, Yaprak markalı mallar getirdik. O zaman bunları kaldıramadı Burhaniye. Fiyatlarını yani. Ama bilmiyorlar ki, o kazağı al yirmi sene giy. O zamanlar Burhaniye’nin nüfusu olsun olsun altı yedi bin. Kasabanın ekonomik gelişimine ben pek olumlu bakamıyorum. Doğru düzgün ticaret yok burada.

-Evet, ticaretin yerine koyacak bir şey de yok görünüyor. Zeytinden başka. Belki bir de turizm var.

-Evet, ama turizmde de bir canlılık yok ki. Yine elli yıl önce Ören’de insan ayağını koyacak yer bulamazdı. Benim orada da dükkânım vardı. Yalanım olmasın günde yüz elli iki yüz tane mayo satardım.

-Galiba poyraz da biraz engelliyor turizmi?

-Tamam, soğuk oluyor ama gerçekten bu işleri düzgün takip edenler olsa, turizmciler yani, reklamını yapsa…

-Peki, siz daha uzun yıllar devam edeceğinizi düşünüyor musunuz bu işe?

-Sağlığım yerinde olduğu müddetçe bırakmamaya çalışacağım. Bırakacağım zaman da bu işi aynı benim gibi düzenli yapacak birine bırakacağım.

Naci Bey’in dedeleri Midilli  adasından gelme. Kendisi hala Hacı Ahmet Mahallesi Ege Sokak 15 numarada, doğduğu evde yaşıyor. İnsanın 68 yaşına geldiğinde doğduğu evde yaşıyor olması büyük bir şans olsa gerek…

-Bu çağda doğduğunuz evde hala yaşıyor olmanız çok az insana nasip olan bir durum.

- Yalan olmasın ama benim şimdi oturduğum ev belki de iki yüz senelik. İki katlı, müstakil, bahçeli… Tavuğumuz güvercinimiz hepsi var. Bana şimdi iki yüz metrekare daire verseler ben yaşayamam, huzursuz olurum.

-Çocukluğunuzda gençliğinizde tabii o zamanlar televizyon falan yok, muhtemelen en çok komşuluklarla sosyal hayat oluşuyordu, değil mi?

-Tabii eskiden mesela yağ sıktırırdı komşusu, bir kilo iki kilo verirdi,  o da ona makarna verirdi. Benim durduğum mahalle Rum mahallesiymiş. Sonra işte Midilli'den biz gelince değiş tokuş oldu. Şimdi tabii nüfus artıyor, bir yandan da ciddi bir yapılaşma var. Hele son yıllar iyiden iyiye arttı.

-Kasabanın o eski halini özlüyor musunuz? Yoksa gelişiyor büyüyor falan diye mi düşünüyorsunuz?

-Eski hali daha güzeldi ya. Komşuluk vardı, insanlar daha mutluydu, misafirperverdi. Daha yakınlık gösterirlerdi. Şimdi insanlar birbirini tanımıyor yani. En yakını tanımıyor yani.

-Peki dışarıdan gelen yabancılar sizi rahatsız ediyor mu? Bazıları hoşlanmıyor bundan pek de.

-Yok ya rahatsız etmez, niye etmez? Çünkü ekmeklerini yiyoruz adamların. Yanlış olur öyle değil mi? Doğru duran bir insan şimdi gelip de bize küfretmiyor ya. İnsan gibi gelmişler, memleketlerini terk edip gelmişler. Onlar da iş peşinde, ekmek peşinde. Zaten gelenler olmasa Burhaniye daha da geri kalırdı. Şimdi bak Gömeç bir harekete girdi. Müteahhitler eski evler yıkılıyor, yenileri yapılıyor. Bizim bu Hacı Ahmet Mahallesi tarafında yeni birçok ev yapıldı.

-Burhaniye’de bunaldığınız zaman gittiğiniz rahatlatan bir köşeniz var mı?

-Şimdi deniz kenarına gidersen rahatlarsın. Mesela iskeleye gidersin. Ya da dağa gidersin, Madra’da köyler var ya oralarda da unutursun her şeyi.

Dükkânın karşısındaki pasaja gidiyoruz. Naci Bey’in depo olarak kullandığı yerden de kareler alıyor Ender. Teşekkür edip “İyi işler” diyerek ayrılıyoruz yanından. Meydana doğru yürüyoruz, biraz suskun muyuz neyiz? Kolay değil, her sabah ‘Son Durağın’ kilidinde anahtarını çeviren, bir ölü için gerekenleri özenle hazırlayıp paketleyen, her hangi bir yardımcısı olmadan gün boyu dükkânıyla morg arasında elinde el arabasıyla mekik dokuyan bir insanla söyleştik. Yağmur durmuş ama hava hala ağır, şairin dediği gibi ‘Kurşun gibi ağır.’ Ender’in sesiyle sıyrılıyorum düşüncelerden. Meydandayız, Atatürk anıtının önü güvercin kaynıyor. “El çırpsana abla,” diyor Ender. Bakıyorum, fotoğraf makinesini hazırlamış. El çırpıyorum.

©00:00 December 8 th 2016 by Filiz Engin, Ender Kurt. Proudly created with Wix.com

bottom of page