top of page

25 yılı aşkın bir süredir Burhaniye’de yaşayan, kentimizin gelişimine ressam kimliğiyle yılmadan, yorulmadan bir değer katmak için didinen Figen Köprülü ile birlikteyiz. Aslen Kınalı Ada’da doğup büyümüş olan kendisi, Burhaniyeli olan eşi Ali Köprülü’yle gelmiş buraya. Unutmadan hemen söyleyelim, Ali Bey’in dedesi, Mükerrem Hoca diye tanınırmış kasabamızda. Şifacı kimliğiyle ünlenmiş Mükerrem Hoca. İnsanların yıldız haritalarını çıkarır, ona göre tedavi yöntemleri oluştururmuş. Köylerden hastaları ona getirirlermiş. Evde ilaçlar yaparmış, bununla da kalmaz onları evinde yatırır, iyileştirip ayağa kaldırdıktan sonra gönderirmiş evlerine.

İsterseniz Burhaniye’ye geliş serüveniniz ile başlayalım sohbetimize. Nasıl oldu da Kınalı Ada’dan buraya gelme kararı verdiniz?

Eşim buralı. Büyüklerin vefatından sonra buradaki mal mülkle ilgilenilmesi gerekiyordu ve o sık sık gelmek zorunda kalıyordu. Sonunda böyle olmayacak dedim ben, kabul etti. Alışamazsak döneriz diye düşünmüştük. Ama öyle olmuyor işte. İlk geldiğim yıllarda Kemer Pasajı’nın hemen arkasında oturdum.  Pasajdan çıkın karşınızda iki katlı bir bina göreceksiniz, o evin ikinci katında. Ben önce eve aldandım, ev öyle güzeldi ki!.. Burhaniye de çok güzel sandım. Adada doğup büyüyen bir insanım, İstanbul’dan geldim. Geldiğimde 28 yaşında falandım.  Burhaniye’de hiçbir şeyin olmadığı yıllar, sadece 2 bakkalın olduğu bir yerde sanatın S’sini nerden bulacaksınız? Sonrasında İskele’ye taşındık. Halen de oradayız. Deniz gören bir evde yaşıyoruz şimdi. Ada’dan kırıntılar buldum orada. Hâlâ bulmaya devam ediyorum. Gerçi şimdilerde düşüncem biraz değişti ya, dağı daha çok sever oldum. Ama şanslıyız, Burhaniye’nin doğası çok zengin. Kırsalda çok güzel yerler var.

Ada da olsa büyük şehirden gelmiş biri olarak zorluklar yaşadınız mı? Alışma süreciniz nasıl oldu?

Benim Adadaki yaşantım çok samimiydi. Kimse kimsenin hakkında kötü düşünmez, herkes birbirine destek olur, esnafla muhabbetimiz yoğun… Orası da küçük bir yerdi sonuçta ama Burhaniye’nin kuralları, tabuları çok katı. Ben açıkçası en çok o konuda zorlandım. Bir örnek vereyim size. İlk geldiğim yıllarda bir gün eşimle çıktık, bir adam saat tamiri yapıyormuş. Ben heyecanlandım. Aa abi nasıl yapıyorsun, ne güzelmiş bu saatler falan diye sohbet etmeye kalktım. Dükkândan ayrıldıktan sonra eşim “Ne yapıyorsun?” dedi. Şaşırdım, ne oldu bir şey mi yaptım dedim. “Burası kaldırmaz öyle samimiyeti, Ada değil burası… Yanında ben yokken de böyle davranırsan herkes seni yanlış yorumlar, çünkü henüz kimse tanımıyor seni ” diye cevap verdi. Ne yalan söyleyeyim, çok küstüm ben o zaman. Çok küstüm yani. Çok ağladım, ben burada nasıl yaşayacağım diye. Samimiyetsiz yaşayamam diyordum ama zaman içinde mecburen alıştım buna.

Peki sizce şimdiki zamanda bu tabular aynı derecede mi yoksa olumlu yönde bir değişiklik var mı? Ya da insan kendini bu konuda kapatmaya mı başlıyor zaman içinde?

Kapatmıyor aslında, örneğin ben kendimi şu anda tamamen açmış durumdayım. Kurallar, tabular açısından fazla bir değişiklik olduğunu söyleyemem ama ben bunca zaman sonra kendimi nihayet tanıtabilmiş duruma geldim. Yani eskisi kadar katı kurallarım yok artık burada. Kendimi daha özgür hissediyorum.  Ama çevre değişti diye değil, çevre aynı. Ben daha rahatım sadece. Tabii bu yaşla da ilgili olabilir, yaşanmışlıklarla da ilgili olabilir.

İnsanların o dönemdeki sosyal yaşamları nasıldı? Neler yaparlardı?

Okul çayları olurdu. Bir Ayhan Sevengül vardı meselâ.

Şaşırıyorum doksanlı yıllardan söz ediyoruz sonuçta. Dayanamayıp söze giriyorum. O zamanlarda da var mıydı Ayhan Sevengül?

Evet vardı. Bir Urut Otel vardı Burhaniye’de, meydanda. Şimdi yurt olan yer. Oraya gidilirdi, kadınlar matinesi gibi eğlenilirdi. Onun dışında da işte Burhaniye’nin kapalı, mutaassıp erkekleri eşleriyle evde oturup çay içmeye devam ederlerdi akşamları. Bizler, biraz daha dışa yönelik insanlar da meselâ İskele’deki balık restoranlarına giderdik. Ama şimdiki gibi değildi o restoranlar, denize sıfırdı. Balıklara ekmek ata ata yemek yerdik.  Doğasından faydalanıyorduk Burhaniye’nin. İnsanından çok doğasından yani... Ben öyle sevdim Burhaniye’yi. Ayrıca ailem olmasa bu kadar sevemezdim. Bir de benim avantajım eşimin buralı olması tabii. Buranın halkı kendinden olan insanları tutuyor. Ondan dolayı ben geldiğimde beni hiç yalnız bırakmadılar. İşte Sevgi Abla’nın gelini, Hakkı Abi’nin gelini, işte Mükerrem Hocaların küçük geliniymiş, buraya gelmiş. Ama ben tamamen tanınmadık birisi olsaydım kimse benle ilgilenmezdi. Niye gelmiş ki, doluyor burası gibi sözler söylenirdi. Altında bir şey ararlardı, biliyorum çünkü gözümün önünde birçok insana çok yaptılar öyle.

Çocuklar neler yapardı o zamanlar?

Ben büyük kızım Nazlı’yı da Burhaniye’de büyüttüm sayılır. 8 yaşındaydı geldiğinde. O zamanlar çocuğum sokakta oynayabiliyordu. 10 yıl küçük kardeşi Melisa’yı yalnız sokağa bırakamadım. Yani Burhaniye biraz hızlı değişti diyebiliriz. Şimdiki gibi öyle dışarlarda doğum günü partileri düzenlenmezdi. Evde yapardık. Kültürel sanatsal bir şeylerle uğraşmak için alanları yoktu çocukların. Şimdi mesela en azından gençlik merkezi var. Çocuklar orada iyi kötü bir şeyler öğreniyorlar. O zamanlar çocuk yuvası bile yoktu. Çocuklar kendi arkadaşlarıyla, kendi annelerinin arkadaşlarının çocuklarıyla okuldan gelip genelde evde oyalanırlardı. Ben bir gün çocukların okullarına gidip ben burada görev yapmak istiyorum dedim. Okul aile birliğine girdim, sonra başkanı oldum. O dönemde geziler düzenledim, para toplayıp okula bilgisayarlar aldık. Küçük kızım Melisa’yla üç yıl boyunca okula gittim, onunla döndüm.  Minibüs şoförleri beni öğretmen sanmaya başlamıştı, hocam diye hitap ediyorlardı.

Peki çocuklarınızı büyüttükten sonra neler oldu?

Burada, yani İskele’de  Beyda Gezer bir resim atölyesi açtı. Bir gün bir broşür geçti elime ve heyecanlandım tabii. Koşa koşa gittim, üstelik benim özel alanım olan minyatür eğitimi de vardı. Fatoş’u da (Fatma Cevizoğlu) orada tanıdım. O bana göre daha içe kapanık bir insandı.

Sözün burasında yanımızda olan Fatma Hanım söze giriyor. “Bir tek Figen’e kanım kaynamıştı orada” diyor. “Giderek diyaloğumuz gelişti. İlk atölye fikri doğduğunda ben çekinmiştim, yapamayacağımı düşünüyordum.  Sonunda Figen beni ikna etti. Öğretmen sen olacaksın, ben sana her tür desteği vereceğim dedim. Bu günlere kadar geldik sonunda.” Sözü tekrar Figen Hanım alıyor ve devam ediyor.

Beyda Gezer’in atölyesini takip ettiğimiz süreçte son dönemde Beyda Hanım atölyeyi sürekli bana bırakmaya başlamıştı. Nasılsa Figen var, düşüncesi oluşmuştu sanırım onda. Ben de bir gün madem Nasılsa Figen var o zaman niçin kendi atölyemi kurmayayım diye düşündüm. Sonra eşimle konuştum, “Benden bir şey bekleme, bu işler senin işin ama seni desteklerim,” dedi. Fatoş’a biz atölye açalım dedim. Fatoş’un ilk tepkisi hayal kuruyorsun demek oldu. Tabii işin maddi yanı da var. Günlerce düşündük, konuştuk. O zamanlar imkânlarımız da daha kısıtlı. Her şeyden önce yer lâzım. Ben eşim Ali’nin bürolarından birini kullanabiliriz diye düşündüm. Sonra Belediye Başkanı’na gitme fikri doğdu. O dönem Fikret Akova başkan. Sağ olsun çok güzel karşıladı bizi. Derdimizi anlattım. Dernek mi olmalıyız, ne yapmalıyız akıl danışmaya geldik dedim. Başkan bizi dinledi, ardından “Siz Ali’nin bürosunu falan rahat bırakın. Bizim arıtmadaki binayı kullanın” dedi. “Çok pahalı da yapmayın kurs ücretini, insanlar gelsin,” diye ekledi. Binayı görmeye gittiğimizde manzara korkunçtu. Bahçesiyle içerisiyle… Bahçede kümes telleri yarısı ayakta, yarısı yerlerde, içeride marleyler kalkmış, oyuklar var, sanki bazı hayvanlar oradan girip çıkıyormuş gibi. Ne yapacağız diye kaldık tabii. Ama pes etmedik, kolları sıvadık. Belediye tahta sandalyeler verdi, Fatoş’la birlikte sabahlara kadar onları zımparaladık, boyadık.  Annem minderlerinizi ben diktireyim dedi. Nur diye bir arkadaşımız vardı, makinesiyle geldi, dikiş işlerini yaptı. Fatoş’un bir arkadaşı yerleri yaptı, muşamba döşedi. Bahçeyi yaptırdık, çiçekler ekildi. Evden eşyalar taşıdık. Fatoş’un kredi kartıyla şövaleler malzemeler aldık Ayvalık’tan.

Bunları anlatırken yer yer Fatma Hanım da giriyor sohbete. Her ikisinin de gözlerindeki pırıltı, anlatışlarında kelimelerine yansıyan heyecan duygulandırıyor beni. Kendilerine hedef koymuş, o hedefe ulaşmak için ellerinden gelenin fazlasını yapmak için didinmiş, uğraşmış ve sonunda amacına ulaşmış insanların gururu, üstelik birlikte yapmış olmanın saadeti şahit olduğum… Yoktan var ettiniz yani diyorum.

Evet, sonra sağ olsun Fikret Akova da geldi, açılış yaptık. Kadınlar geldi.

Sadece kadın kursiyerler mi vardı?

Hayır ama bak konu döndü dolaştı aynı yere geldi. Hani anlattım ya demin, eşimin burada farklı davranmalısın demesini hatırladım atölyenin açılış sürecinde. Kendi kendime resim atölyesine gelip de farklı amaçları olan insanlar olursa diye tedirgin oldum, ücreti de çok düşük tutmuştuk 20 lira mıydı neydi o zaman ve sınır koyma gereği duydum. Kadınlar ve çocuklar diye başlayalım dedim. Sonrasında niye böyle yapıyorsunuz sanatta haremlik selamlık mı olur türünden eleştiriler yapanlar oldu ve ben bunu açıklamakta çok zorlandım. Her şeyden önce ben karşıydım buna. Ama ne yazık ki o zaman öyle gerekiyordu ve maalesef bu böyle devam etti.

Yani sonrasında da hiç erkek kursiyer olmadı mı?

Oldu gençler oldu. Meselâ Murat Yiğit diye biri vardı, tasarımcıydı kendisi. O çok gelir giderdi atölyeye. Burhaniye’de böyle bir iş olmasına bayılmıştı. Bize sözleriyle gaz verirdi. Sonra kaybettik onu, vefat etti, Allah rahmet eylesin. Biz hiç durmadık. Sergiler yaptık. Abdullah Efendi Köşkü’ne gittik. Tahta Kuşlar Müzesi’ne gittik. Devamlı hareket halindeydik, hiç üşenmedik. Orada, yani arıtmanın oradaki binada her şey çok güzel devam ederken bir anda bizi durdurdular. Belediye’ye yeni gelen yönetimden sonra bir gün atölyeye ellerinde metrelerle falan birileri geldi. Hayırdır ne oluyor dedik. Buranın ölçüsünü alacağız. Burası rehabilitasyon merkezi olacak dediler. Üzüldük tabii, onca emek vermişiz. Sonra bize burayı, yani Ahmet Akın Kültür Merkezi’ni gösterdiler. O kadar alakasız bir yer ki, İskele ’de oturuyorum, buraya nasıl geleceğim? İnanır mısınız sırf pes etmemek adına kırk yaşından sonra gittim, ehliyet aldım. Kursiyerlerin birçoğu da benimle gidip geliyor. Kendi kendime azmin de bu kadarı diyorum bazen. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, iyi ki azmetmişim, iyi ki açmışım bu atölyeyi diyorum. Tabii bu arada Fatoş’un desteği olmasa belki de bir şey yapamazdım. Varlığı kendime güvenimi arttırdı.

Bu esnada ikisinin bakıştıklarını görüyorum. Birbirlerine gözü kapalı güvenen ve karşılıklı sevgileri ayan beyan ortada iki insan… Ne güzel!.. Hocam bir şey sormak istiyorum. Nasıl oldu da minyatüre merak saldınız?

Ben değil, babam çok seviyordu minyatürü. Ben sürekli bir şeyler çizerdim çocukluğumda. Babam şairdi aynı zamanda. Sanatla ilgili bir şeylerle ilgilenmeme çalışıyordu. Henüz ortaokula başlamadan, 12 yaşımda Fahir Aksoy’dan özel dersler alarak başladım. Sonrasında sayısız atölyede devam etti eğitimim. Söz buraya gelmişken bu röportajda ben bir şey istiyorum. Kendi isteğimi size dile getirmek istiyorum. Ben Burhaniye’de şu yapmış olduğumuz olayın minyatür eğitiminin bu normda bir atölyenin çok güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Farklı olduğunu düşünüyorum ve niçin bu fark hala keşfedilmiyor diye merak ediyorum. Burayı kursiyerlerle doldurmak mı istiyorsunuz diye soracak olursanız hayır bu değil istediğim. Çok fazla kişiye yoğunlaşmam mümkün değil hoca olarak. İstediğim biraz daha ilgi, kaç yıl oldu… Özellikle minyatür neymiş diye sorulsun istiyorum. Çoğu kişi minyatürü küçük küçük bir şeyler sanıyor. Resim sanatı olduğunun farkında bile değil çoğu kişi.

Yılda kaç kez sergi açıyorsunuz? Bu soruyu sorma nedenim bu sanatı tanıtmanın yolu sergilerden geçiyor düşüncesinde olmam. Ne dersiniz?

Haklısınız ama sergi maliyeti olan bir olay… Ören yaz festivali bir sergi, kış festivali bir diğer sergi… Açıkçası yıllarca sergiler açtık, bir karşılığını göremedik. Sadece biz değil, diğer atölyeler içinde geçerli bu. Satış anlamında diyorum. İnsan biraz bir şeyler geri dönsün istiyor. Kendim için de, çalışan arkadaşlar için de geçerli bu. Fikret Hoca geçtiğimiz festivallerden birinde “Bir daha Burhaniye’de sergi açarsam… Karşı taraftaki tuvaletçi bile bizden daha çok para kazanıyor” dedi. Dediğini de yaptı, bir daha sergi açmadı. Biz hala ısrar ediyoruz ama olmuyor. Yani satışı bırakın anlayan bir kitle de yok maalesef. Bu durumda bizim bir şey yapmamız gerekiyor. Burhaniye dışında sergiler açmamız gerekiyor. Belki önce körfezin değişik yerlerinde, sonrasında büyük şehirlerde ama işte hepsi maliyet…

Burhaniye’de yeterince kültürel sanatsal etkinlik olduğunu düşünüyor musunuz ve yaşadığınız yıllar içinde bu konuda gelişme ya da azalma konusunda bir gözleminiz oldu mu?

Şu anda bir sinema var, BBKT var Burhaniye’de, üç dört tane resim atölyesi var… Tabii ki benim ilk geldiğim zamanlara göre bir yükseliş var. Hiçbir şey yoktu, gerçek anlamda hiçbir şey yoktu sanatsal olarak. Fakat gözlemlediğim bir şey var. Buranın halkı yanlış anlaşılmasın bir küçümsemeyle söylemiyorum, benim eşim ve bir çocuğum Burhaniyeli sonuçta ama dediğim gibi buranın halkının zihinlerinde sanata dair hiçbir değişim olduğunu görmedim. Ama sanatla ilgilenen insan sayısı arttı Burhaniye’de. Daha doğrusu sanatı Burhaniye’de geliştirmek için uğraşan insan sayısı arttı. Fakat maalesef halktan destek pek göremiyorum. Bilinç yükselemiyor bir türlü. Bilinç yükselmediği sürece de bu işe gönül veren insanların hevesleri baskılanacaktır. Uzun lafın kısası Burhaniye’de sanatı yapan kişilerde olağanüstü bir artış var. Fakat izleyen ve katılımcı kitle olarak artarak çoğalmasını isterken dediğim gibi azalarak yok olmasından çok korkuyorum.

Peki, hocam bir dönem çocuklar ve gençlerle çalışmışsınız. Şimdi o çocuklar sizinle ilişki halindeler mi, resim sanatıyla devam edenler var mı?

Bir Gül vardı mesela. Annesi bir okulda yemek işleriyle falan uğraşıyordu. Çocuğunun merakından söz etti bize. Gelsin dedik. Atölyede ne bulduysak verdik ona, boya tuval… O kadar güzel alan bir çocuktu ki, akademi sınavlarına hazırladık onu ve inanır mısınız ilk sınavda kazandı. Mezun oldu, arar bizi hala. Şimdi o çocuk şakır şakır kara kalem çalışıyor ve bundan geçimini sağlıyor.

İnci Kısmet, pop art zebralar

Minyatürde av sahnesi     (Fatma Cevizoğlu)

Gemi Tufanı

İçinde ulu kişilerin olduğu ve batmakta olan bir geminin dua gücüyle Mevlana'dan yardım istemelerini anlatıyor. Mevlana kıyıda bir el hareketiyle batan gemiyi suyun üzerine çıkarıyor. (Figen Köprülü)

Fatma Cevizoğlu peyzaj çalışması

Gaye İnceoğlu, minyatür atlar

Söze dökmüyorum ama içimden o bir çocuk için bile olsa yaptığınız ne değerli bir şey diye geçiriyorum aklımdan. Başka bir konuya geçiyorum. Figen Hanım, Burhaniye’nin yapılaşmasıyla ilgili neler düşünüyorsunuz? Biliyor musunuz bilmem birçok tarım alanı hala imara açılmaya çalışılıyor.

Evet bu anlamda çok hızlı büyüyor Burhaniye. Belki Burhaniye’nin zihni yapısında bir değişikliğe neden olabilir bu. Yani dışardan daha fazla insanın gelmesine neden olursa bu yapılaşma belki sanat konusunda da bir zihniyet değişikliğine neden olabilir. Tabi ben kendi durduğum yerden bakıyorum.

Kasabanın ekonomik gelişimiyle ilgili söylemek isteyeceğiniz şeyler var mı?

Burhaniye elbette çok gelişti ama gençleri doyuracak ne iş alanları ve ne de bir sosyal yaşam var. Ve gençlerin çoğu büyük şehri tercih ediyor. Fakat demin konuştuğumuz gibi burada nüfus artışı devam ederse, ne bileyim mesela İskele ‘de bir kahve dünyası açıldı. Kaç tane çocuk orada çalışarak ekmek yiyecek. Herkes okuyacak diye bir şey yok sonuçta. Çoğu okumadı çocukların. Yani nüfus arttıkça yani modernleştikçe Burhaniye, o zaman iş adamları da burada ona göre yatırımlar yapacak, çocuklar o zaman burayı daha tercih eder hale gelecekler.

Son bir soru Figen Hanım, diyelim ki bunaldınız, yoruldunuz, sıkıntılar içindesiniz, vardır ya her insanın öyle zamanları… Böyle anlarda Burhaniye’de kaçtığınız, soluk aldığınız bir yer, bir köşe var mı?

Burhaniye’nin içinde değil de Körfez’de Pınarbaşını çok seviyorum ben. Oraya gittiğim zaman arınıyorum. Bana çok iyi geliyor orası. Kışın da gidiyoruz eşimle. Orada hiçbir şey konuşmuyoruz. Tek kelime etmiyoruz. Herkes kendi dinginliği ile baş başa kalıyor, hesaplarını yapıyor, kendiyle hesaplaşıyor, kavgalarını yapıyor. Arada belki birkaç yudum birasını içiyor, bazen mangaldan bir parça et alıyor. Öyle…

Aynı soruyu Fatma Hanım’a da yöneltiyorum.

Ben öyle anlarda deniz kenarında olmayı seviyorum. Deniz kenarında uçsuz bucaksız manzaraya bakarak oturmak iyi geliyor bana.

Benim sorularım bitti. Sizin eklemek istediğiniz bir şey varsa zevkle dinlerim.

Bütün samimiyetimle söylüyorum şu tiyatro konusunda (Burhaniye Belediyesi Kent Tiyatrosu) sizlere çok teşekkür ederim. Aynı zamanda internet siteniz için de (www.kasabaninhalleri.com)  aynı şeyi söylemek istiyorum.

Biz de size aynı şekilde teşekkür ederiz.

Sonuçta; resmiyle, tiyatrosuyla, fotoğrafı, edebiyatı, müziği ve diğer bütün kollarıyla sanat, insanlığın “insan” olma yolundaki çabalarına yansıyan en önemli ışıklardan biri diye düşünüyorum içimden. Asla sanatsız kalmayalım… Hiçbirimiz…

©00:00 December 8 th 2016 by Filiz Engin, Ender Kurt. Proudly created with Wix.com

bottom of page