top of page

“Kendi başımızın çaresine baka baka geldik bu günlere…” diyen Matbaacı Hüseyin Alışık’la birlikteyiz bu gün. “İsmim Hüseyin Alışık ama Sadri Alışık’la bir ilgimiz yok,” deyince gülüşerek başlıyor sohbetimiz. Güler yüzlü bir insan Hüseyin Usta. İki cümlenin arasına bir espri yapıştırmadan geçmiyor. Kendisi 1957 yılında Kavak dibinde doğmuş. Babası 1954 yılında Tekel Memuru olarak gelmiş Burhaniye’ye. “Köklerimiz Filibe’ye dayanıyor bizim, 1876 yılındaki Rus Harbi zamanında göç gelmiş ailemiz Türkiye’ye. Öksüz yaşamışlar buralarda, biz de öksüzüz yani…”  diyor. Usta kelimenin tam anlamıyla öksüz büyümüş zaten, dört yaşındayken kaybetmiş babasını.

Doğduğu ev artık ayakta değil, “Kentsel dönüşüm olduğu için mahallelerde eski evler yok artık,” diyor. Şairin dediği gibi onun doğduğu evi de çoktan bir asfalt ezip geçmiş! “Doğrusu ya isterdim Burhaniye eski hali ile ayakta kalsın ama mesela Fransa’da eski binalar yıkılmıyor değil mi? Babadan oğula kalıyor. Devlet de ona destek veriyor. Sahibi orayı müze yapıyor, restoran yapıyor ama Türkiye’de eskiyi gördüler mi paldır küldür yıkarlar onu. Hemen apartmanı dikerler yerine. Oysa geçmişini eskide görürsün sen aslında,” diyor. Bu konuda benzer şeyler düşündüğümüzü bu sözlerinden anlıyorum.

Bir kızı öğretmen olmuş Hüseyin Usta’nın. “Bizler anne babalar olarak eğitime katkıda bulunmalıyız. Çocuklarımız eğitimli, bilgili olmalı,” diyor. “Ben ilkokul mezunuyum, matbaayı açtıktan beş altı yıl sonra bir kaymakam beni çağırdı makamına. Ne yalan söyleyeyim, çekindim giderken. Neden çekindim? İşte o alt üst meselesi var ya… Aslına bakarsan o yıllarda ben belki kaymakamdan daha bilgiliyim. Mesela o matbaa işi bilmez, ben bilirim. Baskı işi bilmez, kâğıdı bilmez ama işte o fakülte mezunu kaymakam ya… Ama artık bu yaşıma geldikten sonra o sıkıntıyı aştığımı söyleyebilirim, ”diye devam ediyor. Elbette diyorum, herkesin kendi kattığı bir değer var dünyaya.

Bir de oğlu var kendisinin,  grafik tasarım okumuş. Ne yazık ki kendi mesleğini yapamıyor çocuk. Hüseyin Usta kinayeli konuşuyor bu kez. “Türkiye’de iş çok ya, işte o yüzden bizim delikanlı bir büyük markette çalışabiliyor maalesef… İşinin devam edeceğine dair bir güvencesi de yok tabii.  Küresel sermaye böyle, sana koçum der, pis işlerini yaptırır, ondan sonra da para kazanamıyoruz der, çıkarıverir işten.”

Kendi işlerinden söz ediyoruz sonra.  Burhaniye’de matbaacılığın ne derece tatmin edici olduğunu soruyorum. “Artık o 90’lı yıllar yok. O yıllarda 4 tane çırağım vardı benim. İş yetiştiremiyorduk. O kadar çoktu işler. Çok para kazanıyorduk o zamanlar,”  Sizce niye değişti diye soruyorum. “Bana sormayın siz bilirsiniz onu. Matbaacılık ölüyor. 1971 yılında ben henüz çıraktım. O zamanlar bana deselerdi şu elindeki telefonda her şeyin olacak, söyleyeni döverdim herhalde, olur mu öyle şey diye. Ama gerçek işte, oldu hepsi,” diye cevap veriyor.  İnsanlar basılı malzemeden uzaklaştığına dair fikir birliğine varıyoruz.

Çocukluğunu konuşmak istiyorum Usta’yla. Gülüyor, “Çocukluğumda hiç ders çalışmayı sevmezdim ben” diyor,  "Hele yazmayı ama işe bakın matbaacı oldum sonunda. Çantam vardı benim bir tane. Okuldan geldiğim gibi fırlatırdım eve. Doğru topa… Eski Pazar yeri vardı o zamanlar. Kumaşçılar, elbise satanlar… Kapalıydı. Karşı tarafı kale yapardık. Dayko vardı rahmetli, Pazar yerinin kapısında dururdu. Şarapçı derdik biz ona. Kader kısmet falan çektirirdi. Ondan bir plastik top aldık mı ooohh bizden mutlusu olmazdı.”

Kız erkek beraber mi oynardınız?

“Yok, olur mu öyle şey? Kızlar çıkmazdı dışarı. Kızlara ancak mektup yollayacaksın. Ama mahallemizin kızları bizim kardeşimizdi tabii… O zamanlar kızlar futbol oynamıyordu, gerçi şimdi kız futbol takımı bile var ama…”

Kavakdibinden mahkeme mahallesine 4 yaşında geçmiş usta. Pazar yerinin arka tarafındaki yerlerde büyümüş. “Çingen Mahallesi deriz biz oraya” diyor. “Çingen ama yerleşmişler artık. Davulcu Sami vardı o zamanlar. Onun oğlu klarnet ustası oldu şimdi.” 

“1965 yılını hatırlıyorum” diyor,  “Burhaniye’nin orta yerindeki Öksüz Osman İlkokulu’nda okudum. O okulun etrafını bisikletle turladığımızı hatırlıyorum. Niye yıkıldı o bina bilmiyorum ben. Sorunca orada geniş meydan lazım demişlerdi. Neyse 1964 de Nadir Tolun açılınca oraya geçtim ben. Ethem Tolun’un çocuğu havuzda boğulunca yapılmıştı o okul. İlkokulu 6 yılda bitirebildim ben. İyice sağlama aldım. Ama şaka bir yana şimdi ilkokul diyoruz ya, o zamanlar biz ilkokulda çok şey öğreniyorduk.  Neredeyse şimdiki zamanın lisesinde öğretilen bilgilere sahiptik biz. 4. Sınıfta güneş sistemini biliyorduk,  tabiatı biliyorduk. Kurbağaları yakalayıp toplu iğneyle keserek iç organlarına bakardık.”

Babası daha önce dediğim gibi tekelde çalışıyormuş, tekel kolcusu imiş. Önce anlamıyorum, açıklıyor.  “Eskiden devlet tütün ekmesi için herkese izin vermiyordu. Seçerek verirdi. Planlı üretim zamanları ya… Sen pancar ekicen, sen pamuk ekicen, sen tütün ekicen derdi. Babamın görevi kaçak olmamasını takip etmekti. Tütün en çok Yenice’de yetişirdi. Babam 1953 te büyük Yenice depreminden sonra tayinini isteyince Burhaniye çıkmış. Ama görev alanı genişti. Balıkesir taraflarına kadar gidiyordu. Atı vardı, tabancası vardı. Sıkıştığı zaman jandarmadan yardım isteyebiliyormuş. İhbar olursa baskına da gidiyor falan.”

Geçmişte Burhaniye’deki sosyal yaşamı sorduğumuzda, birçok söyleşi yaptığımız kişiyle olduğu gibi yine ilk duyduğumuz kelime sinema oluyor. “Bir atlas sineması vardı. Genellikle havalar iyi gidiyorsa 19 Mayıs civarı açılırdı sinema. Sandalyeler tahta, birbirine çakılı, o yıllarda sinema bize çok hoş geliyordu tabii. Burhaniye’ye Beyaz Kelebekler gelmişti bir tarihte. Yer yerinden çatlamıştı o zaman. Tabii o zamanlarda televizyon yok. Herkes radyodan tanıdığı sesleri görmek istedi. Bütün köylerden dolu insan inmişti konsere. Büyük bir izdiham olmuştu. Bayramlarda sirk falan da gelirdi.

“Kültür sanat etkinliği yok doğru düzgün Burhaniye’de. Mesela o sinemanın olduğu bina benim olsa gidip  Bim’e kiraya vermezdim. Orası sinema olarak kalırdı. Belki bu muhafazakârlık gibi görünecek ama…” Hayır, diyorum bence öyle değil. Binalar yerlerinde kalacak ki, biz insanlar onlara bakarak, belleğimiz için onları referans olarak kullanarak hatırlamayı yaşayabileceğiz. Usta devam ediyor. “Ama işte rant için bu yapılabiliyorsa, Burhaniye’de kültürden söz edilemez. Bence bu işler tek tek bireylerin yapacağı işler olmamalı. Örneğin Belediye’nin niçin sineması yok? Olması lazımdı bence.”

Burhaniye’de yaşamınızı sürdürürken sizin çok önemli bulduğunuz bir olaya tanıklık ettiniz mi diye soruyorum bu kez.

“80 darbesini burada yaşadım ben. O zaman Devrim Gazetesi’nde çalışıyordum. Darbe oldu duyduk. Ama sabah matbaaya gitmemiz gerek. Evden çıktım, her taraf asker. Nereye gidiyorsun kardeşim dediler. Dedim çalışmaya gidiyorum. Yasak yasak eve dönmeniz gerek dediler. Sonra bir subay geldi. Kesin bir dille eve dönmemizi söyledi. Yapacak bir şey yok, gitmeye kalkışırsak dövebilirler. Üsteleyemedim, eve döndüm.  Üç gün çıkamadım o zaman, tabii gazetede çıkamadı.” Söz ister istemez Devrim Gazetesi’ne geliyor bu kez.

1958’de Turan Savaş tarafından matbaa olarak kurulduktan sonra, yine onun öncülüğünde, 60’da gazete çıkmaya başlamış. Yeri neredeydi diye soruyorum.” Garanti bankasının karşısında iki katlı bir bina vardı o zamanlar. Şentürkler iş hanının olduğu yer yani. Orada sıraya dükkânlar vardı. Üstleri ev, altları dükkân... Avukatlar, berberler… Oradaydı matbaa ve gazete.”

“ Macit (Tetik) abinin babası Ali Tetik ön ayak oldu. Matbaaya girdim. Nadir Tolun okulunda benim annemle Ali Tetik birlikte çalışıyorlar o zamanlar hizmetli olarak. O anneme demiş, bu çocuk gezmesin ortalıkta boşu boşuna, matbaa çırak arıyor, oraya gitsin. Ben çok ayak diredim, gitmem istemem diye. On iki on üç yaşlarındayım o zaman. Hala motorcu olmak istiyorum. Zorla gittim matbaaya. Ama iyi ki gitmişim. Bir muhabbet, bir kalabalık… Benden büyük tabii hepsi… Kazım Öğütçü, Naci Derin, Ayvalık’tan Seçkin Usta… Çırak olarak girdim, tabii her işi yapmam gerekiyordu. Yerler süpürülecek, gazeteler katlanacak, gazete dağıtımı yapılacak, hepsini yaptım. Sonra bir şeyler öğrenmeye başlayınca yazı dizmeye başladım. Kazım Abi bir çırak daha aldı, o çırak gazete dağıtımı ve diğer işleri yapmaya başladı. O zamanlar kurşun harflerle diziliyor önce basılacak gazete.” Her gün çıkacak olan bir gazetedeki iş yüküne bak sen diye düşünüyorum. 

O sırada arka taraflarda bir çekmeceyi açıyor Hüseyin Usta. Bir kutu çıkarıp önümüze koyuyor. Alın bakalım hadi dizin diyor. ‘Kasabanın Halleri’ kelimelerini dizesimiz geliyor ama belli ki biz bunu yapmaya çalışırsak birkaç saat geçecek. Hüseyin Usta iki dakikada önümüze dizilmiş koyuyor. “Mizanpaj da önemli gazetede” diyor. “Her gün değişik olması gerek. Gazeteye ünlü simalar da gelirdi ziyarete. Mesela Hasan Pulur gelmişti, Uğur Mumcu da geldi. Ha bir de hani Yaşar Kemal’in İnce Memet diye bir kitabı var ya onu tefrika halinde gazetede bastığımızı hatırlıyorum.  Ben 1985 de ayrıldım gazeteden, kendi işimi kurdum.”

“4 sandalye bir masa bir de kollu pedalla kurdum ilk matbaayı. Eskiden sahte para basılan makineler onlar. Tabii onun yapacağı iş çok azdı ama başlangıcım onunla… İlk yerim Kemer Pasajı’nın dışındaydı. Biraz palazlandıktan sonra buraya geçtik."

Peki kazan kaynıyor mu bu işle Burhaniye’de diye soruyorum. "Ben bu işle dükkânımı aldım, evimi aldım, yazlığımı aldım. Ben de bilirdim tabii lüks yaşamayı, gezmeyi tozmayı falan ama hepsi birden olmuyor. Ya o, ya o… Bizde öyle babadan kalan bir şey de yok.” Zeytinlik falan da var mı, öyle işlerle de uğraşıyor musunuz diye soruyorum. “Yok ya, ben de bin tane zeytin ağacı olacağına, bir tane 4 renk ofset makine olsun daha mutlu olurum. Bin tane ağacı istemem, o makineyi isterim ben. Ve gazete çıkarmaya başlarım o zaman. Oturturum profesyonel kişileri… Alın derim her tür makine teçhizat, maaş ama benim istediğim doğrultuda gazete çıkacak. Mesela sayfa editörü ile çok iyi anlaşmam gerek benim.”

Usta yerinden kalkıyor, makinelerini tanıtıyor bize. Bir yandan da anlatıyor. Tek renk ofset var bir tane. “Son Japon sistemini duydum ben. Bilgisayardan baskı makinesine aktarıyor adam. Ne film ne bir şey… Dakikada 120 tane basıyor makine. Baskıyı göremezsin yani. Benim makinem de hızlı sayılır ama hıza göre kâğıt yamuk çıkabilir, sıkışabilir. Düzeltmen lazım o zaman.” Diğer makinesi tipo, numara, tek renk tek kelime çıkışlar için falan kullanılıyor.

Merak ediyorum, Burhaniye’den ayrılmamışsınız, aklınıza böyle bir fikir geldi mi hiç diyorum. Gülüyor  “Ben Avusturalya Büyük Elçiliği’ne İngilizce mektup yazdım zamanında. Gittim sözlük aldım kırtasiyeden. Uğraştım didindim, sonra bir İngilizce öğretmenine gösterdik, yanlış var mı diye… Bir süre yanlış bulmuş tabii. Tabi bulacak ama merak ettim, heves ettim. Uğraştım az şey mi? Sağ olsun gerekli düzeltmeleri yaptı. Gönderdim ama bir ses çıkmadı.”

Biraz da onun Burhaniye’ye bakışını anlamak istiyorum. Burhaniye’deki yapılaşma ve nüfus artışına nasıl baktığını soruyorum. Yine gülüyor. “Biz ilkokuldayken Yeni Mahallede üç tane ev vardı. Şimdi yer gök ev. Nüfus yirmi kat artmış durumda.  Demek ki Burhaniye’nin taşı toprağı altınmış. Gerçi ben yıllardan beri çalışıyorum altın falan görmedim ama…”

Burhaniye’deki ekonomik gelişim ile ilgili fikirlerini soruyorum. “Geçmişte tarım vardı. Belediyenin bir tuzla bölgesi vardı. Burhaniye’de ne kadar hayvan varsa, koyun, keçi, teke, inek kavak dibinden başlardı böyle, çoban da vardı 3-4 tane, belediyenin çobanıydı onlar. Pazar yerinin oradan geçip doğru Geriş Mahallesi’nin olduğu yere inerdi. Geriş mezarlığının oradan doğru tuzlaya geçerdi. Hayvanlar orada yayılırdı. Akşamüstü de toplanıp tekrar geri getirilirdi. Hayvanlar evlerini bilirlerdi. Geçtikleri mahallede koku sinerdi. Mesela teke kokusu, nefis olurdu. Şimdi onu arıyorum. Tekenin kokusunu herkes bilmez, sen de bilmezsin. Yaşamak lazım onu… O güzellikler vardı. Ama şimdi orada imkolar var, denetkolar var, orjanlar var… Fasulye ekilirdi, fasulye çapası diye iş vardı. Pamuk vardı, pamuk toplama diye iş vardı. Kasabadan birçok kadın tayfaya giderdi. Şimdi tarım öldü, hayvancılık kalmadı, üstelik yerine yeni bir şey de konmadı.”

 

 

Hüseyin Usta’da muhabbet gani… Ama artık bitirmemiz gerekiyor. Son olarak söyleştiğimiz hemen herkese yönelttiğim soruyu kendisine de soruyorum. Yorgun, argın ya da canınız sıkkınken gittiğiniz sizi rahatlatan bir köşeniz var mı, diyorum.  Tereddütsüz cevabı yapıştırıyor. “Dükkânım” diyor.  “Ben buraya kaçarım. Canım sıkıldığında defter yaparım mesela.” Kibrit kutusundan biraz büyük bir not defteri gösteriyor. “Geçenlerde bunu yaptım mesela. Ama sadece elli yaş üstündekilere dağıttım onu. Çünkü onların akıllı telefonları yok. Olsa da her şeyini kullanmayı bilemiyorlar. Düşündüm ki, bir numarayı, alınacak bir şeyi, bir doğum gününü bu deftere kaydedebilirler ve küçük olduğu için hep yanlarında taşıyabilirler.  500 tane bastırdım. Köylü kentli herkese dağıttım.”

Gözleri parlayarak “Ben işimi çok seviyorum” diyen, bu arada körfezin en iyi ciltlerini yapan altmışına merdiven dayamış Hüseyin Alışık’a veda ediyoruz.

©00:00 December 8 th 2016 by Filiz Engin, Ender Kurt. Proudly created with Wix.com

bottom of page